Ermeni Kimliği ve Rejim Üzerine 1860 Tarihli Bir Polemik

Osmanlı idaresindeki Ermenilere Fatih zamanından itibaren kendi okullarını açma, kitaplarını ve programlarını hazırlayıp seçme, tayin etme, diploma verme hakları verilmiştir. Dinî ve sosyal hayatlarına, Sultan II. Mahmud devrine kadar 350 yıl boyunca karışılmamıştır. Bu yüzden Türkiye Ermenileri Rusya’dakilere göre, hem daha özgür hem daha kültürlü bir topluluk olarak şekillenmişlerdir. Pek çok ayrıcalıklara sahip olan Ermeniler, XVII. yüzyılda İran, Türkiye ve İtalya arasında ipek ticaretini tekellerine almışlar, bunun yanında birçokları iltizam ve bankacılık yoluyla büyük servetler kazanmışlardır. Devlet kademesinde de ekonomik ve mali alanlarda etkili olmuşlardır. XIX. yüzyılın ilk yıllarından itibaren darphaneyi yönetmeye ve devletin maliyesini kontrol etmeye başlamışlardır (İnalcık, 2001 s. 235). 1800’lü yılların ikinci yarısının başlarında, İmparatorluğun yaşadığı büyük değişim ve dönüşüm hareketlerinin estirdiği rüzgârları arkalarına alan Ermeniler, hem sosyal hem de iktisadî bakımdan daha güçlü bir hâle geleceklerdir. Bütün bunların bir sonucu olarak zengin Ermeni ailelerin İstanbul’da edebiyat, tiyatro, matbuat, ekonomi, sivil toplum örgütçülüğü gibi pek çok alanda Batılı değişimlerin öncülüklerini yaptıkları ifade edilebilir.

Türkler ile Ermeniler arasında uzun yıllar devam eden birliktelik, onları sosyal alanda olduğu kadar kültürel alanda da birbirlerine yakınlaştırmıştır. Bu birlikteliği matbuat ve gazetecilik konusunda da görmek mümkündür. Boğos Arabyan ve Canik Aramyan gibi isimlerle XIX. yüzyılın başından itibaren Osmanlı matbaacılığına ağırlığını koyan Ermeni ustalar, giderek bu alanda yaygın bir üstünlüğe ulaşmışlardır. Bu yoğun ilgi matbaadan matbuata ve gazeteciliğe de yansımıştır.

1840 ve 1900 yılları arasında yalnızca İstanbul’da, Ermeniler tarafından çıkarılmış yüzden fazla süreli yayın bulunmaktadır ve bunların yarıdan fazlası kısmen ya da tamamen Ermeni harfleriyle Türkçe basılmıştır. Ermeni harfli Türkçe gazetelerin sayıca fazla olmasında ve bunların Türk okurlar tarafından da takip edilmesinde etkili olan en önemli unsurlardan biri, hiç şüphesiz ki denetimsiz bir yayın hayatının olmasıdır. Nitekim Mecmua-i Havâdis’in devrin önde gelen gazetesi Ruznâme-i Cerîde-i Havâdis’le giriştiği bir kalem kavgası, bu hususta bazı ipuçları vermekte ve dönemle ilgili birtakım düşünceleri gözler önüne sermektedir.

Münakaşaya sebep olan şey, Ruznâme-i Cerîde-i Havâdis’in 9 Aralık 1860 tarihli 29. sayısında yer alan “Gazeteci ile Bazı Müşterisi Arasında Vuku Bulan Muhavere” başlıklı yazıdır. Bu yazıda sözü edilen gazeteci ile okur arasındaki konuşma, hem gazetenin idarecisi Münif Efendi’nin (Paşa) gazetecilik anlayışını ortaya koyması hem de devrin basın hayatının bir panoramasını çizmesi bakımından son derece mühimdir.

Gazeteci ve okuyucu, gazetenin neden ilim ve fen ağırlıklı yazılarla dolu olduğu, neden sürekli olarak Avrupaî yeniliklerin ön plana çıkarıldığı, yeniliklerin tanıtılması amaçlanmasına rağmen dışarıdaki hadise ve gelişmelere niçin yeterince yer verilmediği gibi meseleler üzerine konuştuktan sonra muhavereyi politik bir zemine kaydırırlar. Konuşmanın son bölümünü teşkil eden bu kısımda, gazeteler üzerinde hükümetin bir baskısının olup olmadığı; şayet varsa İstanbul’da Fransızca, İngilizce ve hatta Rumca ve Ermenice yayımlanan gazetelerin, Türk gazetelerinin zikretmediği hususları nasıl yazabildiği sorgulanır. Gazeteci bu hususa oldukça çarpıcı ve ilginç bir açıklama getirir. Buna göre: Uzun bir süre sadece iki Türkçe gazete yayımlanmıştır; bunlardan biri Takvîm-i Vekâyi, diğeri ise Cerîde-i Havâdis’tir. Takvîm-i Vekâyi çoğu kez yayınını aksatması nedeniyle devlete dair birçok haber Cerîde’de çıkmış, bu da onu giderek resmî nitelikli bir gazete hüviyetine sokmuştur. O yüzden Cerîde çok dikkatli davranmakta; önüne gelen her haberi sayfalarına taşımamaktadır. Ayrıca Cerîde’nin, diğer gazeteler gibi politik bir tavrı da yoktur ve hem devlet hem de milletle ilgili spekülatif haberler yapmayı edebe aykırı bulur. Zaten içinde bulunulan zamanda bu tarz haberlerin kimseye bir faydası da yoktur. İmparatorluğu oluşturan diğer ulusların çıkardığı gazetelerin ise böyle bir sorumluluk bilincinden yoksun olduğu söylenebilir. Onlar gerçekliğini iyice araştırmadan her türlü haberi yayımlayabilmektedirler.

Yazının bir tartışmaya yol açmasına sebep olan şey, sözü edilen bu son kısımdır ve itiraz Mecmua-i Havâvadis’ten gelmiştir. Mecmua-i Havâdis, Hovsep Vartan Paşa tarafından çıkarılmaktadır. Vartan Paşa, Ahkâm-ı Adliye ve Encümen-i Dâniş azalıklarında bulunmuş ve Akabi Hikâyesi adlı Ermeni harfli Türkçe romanıyla bizde bu türün ilk örneğini vermiştir. Vartan Paşa, aynı zamanda ateşli bir polemikçidir. Bu yüzden, Münif Efendi’ye cevap verme ihtiyacı duymuştur.

Münif Efendi’ye göre; İmparatorlukta hâkim millet durumunda olan ehl-i İslâm’ın, bu şekilde mahkûm durumdaki milletlere tanınan haklardan mahrum bırakılması devletin adaletçiliğiyle bağdaşmamaktadır; o kadar ki, öteden beri gayrimüslim tebaa eşitlik talebinde bulunurken, bugün ehl-i İslam gayrimüslimlerle eşit olmayı istemek durumundadır.

Münif Efendi, Mecmua-i Havâdis’in itirazını, olduğu gibi gazetesine taşır. Vartan Paşa, söz konusu itirazda kendilerine cevap hakkı doğduğunu belirterek başlar ve Münif Efendi’nin yazısındaki “Müşteri”nin İslâm milletine “millet-i hâkime”, diğerlerine “millet-i mahkûme” dediğini belirtir. Vartan Paşa’ya göre hakikat de aynen böyledir. Dolayısıyla devlet içindeki konumları hükmedilmek olan ve söz hakları bulunmayan gayrimüslim milletlerin gazeteler aracılığıyla şöyle ya da böyle bazı fikirler ortaya sürmelerinde bir mahzur olmasa gerektir. Mecmua-i Havâdis’e göre, tebaa gazeteleri kendi milletlerine; Osmanlı gazeteleri ise bütün topluma hitap etmektedir. Bu itibarla aslolan onların ne yazdığıdır, diğerlerinin bir önemi yoktur. Mahkûm milletlerin fikirlerini serbestçe beyan edip açıklamaları da, mahkûmluklarının bir sonucudur.

Münif Efendi, Mecmua-i Havâdis’in itirazının ardından bir savunma yapar ve daha önce söylemiş olduklarına açıklama getirir. Münif Efendi, Vartan Paşa’nın “mahkûm milletlerin fikirlerini serbestçe beyan edip açıklamaları, mahkûmluklarının bir sonucudur, mahkûmluklarından dolayıdır.” cümlesine takılmıştır. Münif Efendi’ye göre bu iddia oldukça gariptir. Söz konusu iddianın, son derece itibarlı ve kendisine itimat edilen biri tarafından (Vartan Paşa) ortaya atılması ise daha da gariptir. Münif Efendi için mahkûmun hâkime, neferin zâbite hiçbir hükmünün olmaması anlaşılabilir bir durum değildir ve bu tarz bir yaklaşım hiçbir memlekette görülmemiştir. Düşünce ve ifade özgürlüğü, hâkim veya mahkûm olsun, zâbit yahut nefer olsun her insanın tabiatının bir gereğidir. Bunun yasaklanması düşünce sahibinin bile kudretini aşan bir durum ise de düşünceler ortaya koyulurken toplum menfaati de göz önünde tutulmalıdır. Çünkü insanın önce Allah’a sonra hükümete ve cemiyete karşı vazifeleri vardır. Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda bütün unsurlar ve sınıflar arasında eşitlik esastır. Hindistan ve başka ülkelerde İngilizlerin, Cezayir’de Fransızların yaptıkları gibi ayrımcı tutumlar söz konusu bile değildir. Esasen kendilerinin de mahkûm milletlere, yani devletin Türkler dışındaki unsurlarına aşağılayıcı nazarlarla bakmak, hakaret etmek, ayrımcılık yapmak gibi bir niyetleri asla bulunmamaktadır. Sadece, okuyucu tarafından ülkenin bir gerçeğinin altı çizilmiştir.

Nitekim Mecmua-i Havâdis de bunu onaylamaktadır. Ancak, bu özgürlüğü mahkûmluğun bir sonucu olarak nitelendirmektedir ki, tartışma buradan çıkmıştır. Yapılan açıklamalar ve gösterilen deliller de herhalde sorunun ne kadar anlamsız ve esassız olduğunun bir göstergesidir.

Netice itibariyle şunu söylememiz mümkündür ki, Mecmua-i Havâdis ile Ruznâme-i Cerîde-i Havâdis arasındaki polemik, henüz Rusya ve İngiltere’nin siyasî çıkar oyunları bariz bir şekilde gündemde değilken, İmparatorluk içindeki Ermenilerin, birtakım kimlik sorunları üzerinde düşünmeye başladıklarını apaçık göstermektedir. İşte bu hazır zemin sebebiyle, kışkırtıcı dış politikalar kısa süre içinde karşılık bulmuş ve çok uzun zaman dostane yaşamış olan iki toplumu kanlı bir mücadelenin içine sokmuştur.

Kaynakça

İnalcık, H. (2001), “İstanbul (Türk Devri)”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt: 23, İstanbul: TDV.

Ortaylı, İ. (2007), “Tanzimat Devri Basını Üzerine Notlar”, Batılılaşma Yolunda, İstanbul

© 2024 - Marmara Üniversitesi