Rumî takvimle 1917 Şubat ve Ekim aylarında, Miladî takvimle ise aynı yılın Mart ve Kasım aylarında gerçekleşen Rus İhtilâlleri, yakın coğrafî çevrede bulunmaları itibariyle Türkiye ve Kafkasya’da da önemli gelişmeler doğurmuştur. Tarih boyunca gerçekleşen Türk ve Rus ilişkilerinde, bir mücadele alanı ve daha çok bir savaş mekânı olması hasebiyle, esasında Kafkasya’nın taraflar arasında en çok yıpranan bölge olması doğaldı. Şubat İhtilâli’nden sonra Kafkasya ve özellikle Kafkasya’nın güneyini oluşturan Maverâ-yı Kafkasya bölgesi, oldukça hareketli gelişmelere sahne olacak gibiydi. Çarlık Rusyası’nın yıkılmasıyla, onun yerine geçen ve yeni Rus idaresini temsil eden Geçici Rus Hükümeti, içinde bir tane de Ermeni üyenin bulunduğu bir komite kurarak, Maverâ-yı Kafkasya’da kontrolü sağlamaya kalkışmıştı. Daha çok Ozakom olarak bilinen bu komiteye, Dünya Savaşı sırasında Rusya’nın Osmanlı devletinden almış olduğu topraklarla birlikte tüm Maverâ-yı Kafkasya’nın sivil idaresi görevi verildi (Hovannisian, 1967, ss. 75-76). Üyeleri Rus, Azerî, Gürcü ve Ermeni delegelerden oluşmaktaydı. Komite teşkil edilirken bölgenin demografik durumu dikkate alınmamış ve nüfus azlığına rağmen Gürcülerden iki kişiye görev verilmişti (Ati, 7 Mart 1334/1918, No. 66). Bu teşkilat, önce Geçici Rus hükümetinin ve sonra Kerensky tarafından kurulacak Rus hükümetinin Maverâ-yı Kafkasya’daki idare organı olarak işlev görecekti.
Rus halkı ihtilâller münasebetiyle zor bir durumda bulunmasına rağmen, Geçici hükümet “savaşa devam” anlamına gelen “zafere kadar savaş” prensibiyle hareket ederek, hiç beklenmeyen ve Rusya’nın gerçek durumuna hiç de uygun olmayan politikalar uygulamayı sürdürdü. 17 Mart 1917’de Rus hükümeti tarafından yapılan bir açıklamayla, “yeni hükümetin, devrilmiş olan yönetimin uluslararası antlaşmalarına sarsılmaz bir biçimde bağlı kalacağı ve Rusya’nın yapmış olduğu vaatleri de yerine getireceği” bildiriliyordu (Bayur, 1983, s. 65). Bu politikaların en büyük şaşkınlığı Türkiye’de uyandırdığından şüphe yoktur. Çünkü ilk etapta Türkiye ihtilâlin çıkmasını büyük bir memnuniyetle karşılamış, bunu en azından ezelî rakip durumundaki Rusya’nın parçalanması ve esir milletlerin özgürlüğe kavuşması olarak değerlendirmişti. Bunda Türkiye’nin savaş sırasında Rusya’ya karşı kaybettiği toprakları geri alma düşüncesinin yattığı da tabiîdir.
Gelişmeler karşısında büyük ümitlere kapılan Türkiye açısından hiçbir şey beklendiği gibi olmadı. Geçici hükümetin özellikle Ermeniler konusunda hayata geçirdiği uygulamalar, Kafkas cephesinin Türkiye ve Rusya arasında büyük problemlere sahne olacağını önceden gösteriyordu. Geçici hükümetin bu konudaki ilk uygulaması 9 Mayıs 1917’de “Türk Ermenistanı”[1] Hakkındaki Düzenleme” adıyla kabul edildi. Buna göre, daha önce Ozakom’un idaresi altına verilen ve savaş sırasında Ruslar tarafından işgal edilen Türk toprakları olan “Türk Ermenistanı” arazisi, doğrudan doğruya Geçici Rus hükümetinin idaresi altına alınıyor, buranın yönetimi için bir genel komiser tayin ediliyor ve bu komisee, sivil işlerle ilgilenen bir yardımcı atanıyordu. Bu kararname, Ermeni isteklerinin gerçekleştirilmesi yolunda önemli bir başarıydı. Ozakom’la memnun edilemeyen Ermeniler, şimdi mevcut durumdan hoşnut görünüyorlardı (Şahin, 2003, s. 372).
Ermeni meselesinde izlemiş oldukları politikalarda çok inişli-çıkışlı ve menfaatlerine göre aşırı derecede değişken bir politika izlemiş olan Ruslar, burada da farklı bir yöntem izlemişlerdi. Nitekim 9 Mayıs tarihli bu kararın altında da “acil bir siyasî tavır” yattığı kolaylıkla anlaşıldı. Rusya “zafere kadar savaş” prensibi doğrultusunda beyanatta bulunmasına rağmen, Rus ordusu içindeki özellikle küçük rütbeli subaylar ve erlerin önemli bir kısmı, kendi kendilerini terhis ederek, ülkelerine dönmeye başlamışlardı (ATASE, A.1-2, K. 302, D. 1231-937, F.7). Savaştan bıkan ancak yerlerini terk edemeyenler ise, Türk siperlerine yönelik dostluk mesajları vermekten geri durmuyorlardı (Kurat, 1990, s. 301). Kafkas cephesindeki bu Türk toprakları üzerindeki hakimiyetini kaybetme noktasına giden Geçici Rus hükümeti, selefinin savaş sırasındaki kazançlarının bekçiliğini, Ermenilere yaptırmak istemişti (Öke, 1986, s. 152). Ermeniler bu işe “gönüllü” olarak sahip çıktılar. Rus hükümeti tarafından atanan genel komiserin yardımcılığına da bir Ermeni getirilmişti ki, bu kişi, Rus askerlerinin tahliye ettiği Türk topraklarının, kısa zaman içerisinde Rusya’dan getirilen Ermenilerle doldurulmasında başlıca rolü oynamıştır. Onbinlerce Ermeni’nin toplanıp getirilmesinden sonra, özellikle Van ve Bitlis vilayetlerinde önemli bir Ermeni yoğunluğu görülmeye başlandı (Afanasyan, 1981, s. 26). Bu suretle Ermenileri kullanma yoluna giden Rusların, bu politikalarında başarılı oldukları anlaşılıyordu. Ermeniler de, “Rus süngüsüne dayanarak, Türkiye ve Maverâ-yı Kafkasya’daki millî problemlerini” halletmeyi düşünüyorlardı (Mir Yacoub, 1933, s. 89).
Bu gelişmelerden büyük bir memnuniyet duyan Ermeniler, konuyla ilgili hazırlıklarına hız verdiler. Ekim 1917 tarihinde Tiflis’te Taşnakların çoğunlukta olduğu çok büyük bir kongre gerçekleştirdiler. Orada “Büyük Ermenistan” kurulması kararlaştırıldı ve bunu gerçekleştirmek amacıyla bir de “Ermeni Millî Meclisi” adı verilen bir teşkilat kuruldu. Bu meclisle birlikte, Ermeniler büyük bir silahlanma girişimine başladılar. Öyle ki meclis, 32 yaşına kadar olan Ermenileri silah altına çağırdı (The Trans-Caucasian Post, March 15, 1919, No. 7). Ermeniler hedeflerine adım adım ilerlediklerini düşünüyorlardı.
Bolşevikler tarafından 7 Kasım 1917’de gerçekleştirilen ihtilâlle birlikte, Rusya’daki idare, aynı yıl içerisinde ikinci kez el değiştirmiş oldu. Geçici hükümet yıkıldı ve yerine sonradan Sovyet Rusya’ya dönüşecek olan Bolşevik hükümeti kuruldu. Müteakiben 8 Kasım 1917’de bizzat Lenin tarafından kaleme alınan bir “sulh kararnamesi” yayınlandı. “Barış dekreti” olarak da bilinen bu kararname, savaşa hemen son verilmesi, ilhaksız ve tazminatsız bir barış imzalanması ve self-determinasyon gibi kavramları ihtiva ediyordu. Esasında bunlar en çok Türkiye’nin işine geliyordu. Zira Türkiye, 1917 yılının başına kadar Doğu Anadolu’daki mühim miktarda arazisini Rusya’ya terketmek zorunda kalmıştı. Trabzon, Erzurum, Erzincan ve Van gibi mühim şehirler Rusların kontrolüne geçtiği gibi, İran sınırına kadar Türkiye’nin bu hattın doğusundaki tüm arazilerle de bağlantısı kalmamıştı (Kurat, 1990, s. 330-331). Dolayısıyla böyle bir barış dekretiyle, Türkiye hiçbir arazisini kaybetmemiş oluyor, tazminat ödemiyor, daha açık bir ifadeyle 1914 yılında, savaştan önceki sınırlar Türkiye ile Rusya arasında geçerliliğini koruyacaktı.
Rusya, bir an evvel barış yapmak ve savaşı sona erdirmek zorundaydı. Bu, Rusya’nın gerçeğiydi. İç savaşı durdurmadan, hariçteki mücadelelerin başarıya ulaşması mümkün görünmüyordu. Geçici hükümetin düştüğü hataya, Bolşevikler düşmedi. Bolşevikler gerçekte çok barışçıl fikirlere sahip olmasalar da, Rusya’nın gerçeklerinin farkındaydılar. Bu yüzden Bolşevik hükümeti Almanya’nın başını çektiği İttifak devletlerine müracaat ederek, İtilaf devletlerinden ayrılarak savaştan çekilmek istediğini bildirdi. Rusların Kafkas cephesindeki durumlarının iyi olmasına karşılık, Alman cephelerindeki durumu iç açıcı değildi. Bu yüzden bu iki cephenin birbirini dengeleyeceğini düşünmekteydiler. Yani Alman cephelerindeki dezavantajını, Kafkas cephesindeki avantajıyla dengelemek istiyorlardı. Rusların girişimleriyle başlayan barış müzakereleri, taraflar arasında 15 Aralık’ta Brest-Litovsk Mütarekesi’nin imzalanmasıyla sonuçlandı (Dokumentı Vneşney Politiki SSSR I, ss. 26-28; Wheeler-Bennett, 1963, s. 93). Böylece Rusya ile İttifak devletleri cephelerinde genel bir mütareke yürürlüğe girmiş oldu. Bundan üç gün sonra, Kafkas cephesinde Ruslar ve Türkler arasında Erzincan Mütarekesi imzalandı (ATASE, A.4-1933, K.2697, D.284-88, F.1-45, 1-46). Bu suretle Rusya, İttifak devletlerinden sonra, Türkiye ile de Kafkas cephesinde mütareke imzalamış ve bir anlamda barışı garantilemişti.
Bolşevik hükümeti, düşündüklerini gerçekleştirmek için artık harekete geçebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Türk Doğu Anadolusu’nu hiçbir zaman terk etmek istemeyen Bolşevikler, bu konuda bazı çözüm formülleri aramaya başladılar. Onlar, Rusya’nın bu durumunun geçici olduğuna inanıyorlar, iç savaşın yatıştırılmasına kadar bölgeyi doğrudan ellerinde bulunduramayacaklarını bildiklerinden dolayı, bu işe dünden hazır olan Ermenileri devreye sokmayı plânlıyorlardı. Bolşeviklerin Ermenileri kazanmaya yönelik faaliyetleri, 1917 yılı son günlerinde düşünceden uygulamaya konuldu. Bu amaçla ilk girişim 29 Aralık’da gerçekleştirildi ve Bakû Sovyeti’nin başkanı Stephan Şaumyan’ı “Kafkasya’da Sovyet hakimiyetinin kurulmasına kadar” “Kafkasya Fevkalade Komiseri” olarak tayin etti (Hasanov, 1993, s. 42). Oysa bu sırada Maverâ-yı Kafkasya’da, Bolşeviklerin hakimiyetini kesinlikle tanımayan “Maverâ-yı Kafkasya Komiserliği” adlı bir teşkilat mevcuttu. Bu teşkilat bir anlamda Ozakom’un devamıydı. Maverâ-yı Kafkasya’nın üç milleti Azerî, Gürcü ve Ermeniler Bolşevikleri asla tanımadılar. Onlar, Rusya’nın gerçek inkılapçı hükümeti olarak, Rus Çarlığı’nı deviren Geçici Rus hükümeti kabul ediyorlar ve Geçici hükümeti yıkan Bolşevikleri kanun dışı görüyorlardı (Şahin, 2002, s. 103-123). Bu fikir ayrılığı, iki tarafı birbirinden iyice uzaklaştıracak ve Maverâ-yı Kafkasya’nın bağımsızlığına kadar artarak devam edecektir. İşte 29 Aralık tarihli Bolşevik girişimi, hem Ermenileri kazanmak ve hem de Maverâ-yı Kafkasya’da kendisine yönelik olarak oluşturulmuş muhalefeti kırabilmekti.
Sovyet hükümetinin Milliyetler Komiseri olan Stalin, 31 Aralık tarihinde, Ermeniler konusundaki girişimlerini bir adım daha ileriye götürdü. Ve Bolşevik hükümetinin yayın organı Pravda gazetesinde “Türkiye Ermenistanı Hakkında” adını taşıyan bir bildiri yayınladı. Bildiri, Ermenilere yönelik bir çağrı niteliğindeydi ve onlara; “sorunlarının çözümünü, sovyetler temelinde oluşan yeni Rusya içinde aramaları”nı tavsiye ediyordu (Yerasimos, 1994, s. 296). Bolşevik Rus hükümetinin Ermenileri kazanmaya yönelik girişimlerinin en önemlisi, 1918 yılının ilk günlerinde oldu. Stalin’in yukarıdaki bildirisinde işaret ettiği kararname, 11 Ocak 1918’de Sovyet Halk Komiserleri Şurası’nda oybirliğiyle kabul edilmişti. 13 Ocak 1918 tarihli Pravda gazetesinde yayınlandığı için daha çok 13 nolu dekret olarak bilinen kararname, özetle şu bilgileri içeriyordu: Sovyet Rus hükümeti Ermenilerin ‘Türk Ermenistanı’nda kendi mukadderatlarını tayin etmesini desteklemektedir, Ermenilerin bölgede bir halk oylaması yapmaları için gerekli şartlar şunlardır: Rus ordusu ‘Türk Ermenistanı’ arazisinin dışına çıkacak ve bölgedeki Ermenilerin mal ve mülkünün emniyetinin korunması için bir Ermeni Halk Milisi teşkil edilecek, Ermeni muhacirleri ve çeşitli memleketlere dağılmış olan Ermeni mültecilerinin bölgeye dönmeleri sağlanacak, bölgede geçici bir idarenin kurulması temin edilecek, Stephan Şaumyan yukarıda sayılan hususların uygulanması için yetkili kılınacaktır. En ilginç olan hükümlerden birisi de son kısımdaydı. Buna göre, “Ermenistan’ın hududu, komşuları ile yapacağı görüşmeler sonunda tespit edilecekti” (BOA, A.VRK, No. 817-40).
Ermeniler açısından son derece önemli hususlar içeren bu kararname, uygulamaya konulamayan bir “niyet belgesi” olarak kaldı. Çünkü tehcire tabi tutulmuş Ermenileri yeniden geri döndürmek hususunda Türkleri kimin zorlayabileceği, bu bölgelerde bir Ermeni milisinin güvenliği nasıl sağlayabileceği ve Taşnak partisinin kontrolündeki Bakû Sovyeti’nin şefi olan Şaumyan’ın yönetimine tabi olmayı nasıl kabul edeceği, cevabı bilinmeyen sorulardandı. Onun için, bu dekretin doğurduğu tek sonuç, esasında “Türk tepkisini harekete geçirmek”ten başka birşey olmamıştır (Yerasimos, 1994, ss. 296-297).
Bolşevikler tarafından yayınlanan “Türk Ermenistanı Kararanamesi”nde ciddî boyutta tutarsızlıklar mevcuttu. Bunların ilki, oluşturulacak halk milisinin, bölgede yaşayan bütün halkın çıkarlarını nasıl koruyacağıydı. Nitekim güvenilirliği ispat edilmiş Osmanlı resmî sayım sonuçlarına göre, savaşın başladığı 1914 yılında Osmanlı ülkesi dahilindeki Ermenilerin genel nüfusa oranları sadece % 6.9 idi (Öke, 1986, s. 132). Bu rakam, Türk Doğu vilayetlerinde biraz daha artıyordu ama % 90’lara yaklaşan Türk-Müslüman çoğunluğu karşısında bunun hemen hemen hiçbir anlamı olmayacaktı. Üstelik bu küçük azınlıktan müteşekkil bir milis teşkilatının, çoğunluğun haklarını ve güvenliğini koruma konusunda aciz kalacağı ve bunu kendi menfaatine uygun tarzda çözüme kavuşturacağı da ortadaydı. İkinci tutarsızlık, başka bölgelere nakledilmiş Ermenilerin geriye döndürülmeleri için Sovyet makamlarının girişimleri konusundaydı. Rus başkenti Petrograd civarındaki hadiselerde dahi uzun süre aciz kalmış Sovyet Rus hükümeti, Ermenilerin bu geri döndürme işlemini sağlamak üzere, acaba Türk idarî ve askerî makamları üzerinde nasıl bir baskı oluşturabileceklerdi. Bu madde, Ermenilere sahip çıkıldığının onlara hissettirilmesinden başka birşey değildi. Üçüncüsü, Rus ordularının terhis edilmesi ve cepheden çekilmesinden sonra, Türk ordusunu durduracak hiçbir kuvvet kalmamışken, bu dekreti hangi güç uygulama alanına koyacaktı! (Yerasimos, 2000, s. 16). Hepsi bir yana Brest-Litovsk ve Erzincan Mütarekelerinin imzalanmasının getirdiği avantajlar ve Rusların ilhaksız-tazminatsız bir barış tezi karşısında, Türkiye daha önceki kayıplarını telafi etme aşamasına gelmişken, onu bu noktadan hangi kuvvet döndürebilecekti!
Bolşevik Rus hükümetinin, ilk kurulduğu dönemde sadece Ermenilere değil, diğer unsurlar ve özellikle Müslümanlar konusunda yayınlanan kararnameleri olduğu ve onları kazanmaya yönelik vaatlerinin de bulunduğu gerçeği göz önüne alındığında, izlenen bu politikaların tamamen propaganda amaçlı olduğunu anlamak zor değildir. Ancak böyle bir kararnamenin Ermeniler üzerinde gerekli etkiyi yaptığı da ortadadır. Nitekim Kirakosyan adlı bir Ermeni’nin söz konusu dekretle ilgili ifadeleri, Rusların Ermeniler nezdinde inandırıcılıklarını sağladıklarının ve amaçlarına ulaştıklarının delilidir. Kirakosyan’ın ifadeleri şu şekildedir: “Sovyet hükümetinin ‘Türkiye Ermenistanı’ hakkındaki kararnamesi, Türk istibdadı ve istilacı gayretleri aleyhine yönelmiştir. Türkiye emperyalizmi, savaşın durdurulmasından, Rus askerlerinin vatanlarına dönmek istemesinden ve Sovyet hükümetinin Çarizm’in ilhakçı politikasını suçlamasından faydalanarak, Ermeni topraklarını yine işgal etmek, Ermeni halkının kanunî haklarının gerçekleştirilmesini engellemek istiyordu” (Kirakosyan, 1971, ss. 434-435). Bu ifadeler, hadiselere “Sovyet tarih telakkisi” doğrultusundaki bakış açısının da önemli örneklerindendir. Bu gelişmeden bir süre sonra 28 Ocak 1918 tarihinde Bütün Rusya Sovyetleri III. Kongresi’nde, Halk Komiserleri Sovyeti’nin Ermenistan’a “self-determinasyon” hakkını takdim etmesi de memnuniyetle karşılanacaktır (Yerasimos, 1994, ss. 296-297). Bu suretle, 13 nolu dekret, Rusların yetkili makamları tarafından bir kez daha tasdik edilmiş oluyordu.
Neticede böyle bir dekretin Türkiye üzerindeki tek etkisi, “Türk tepkisini harekete geçirmek” olmuştur. Nitekim Moskova’daki Türk Muhtelit Komisyonu’nda bulunan Galip Kemalî Bey aracılığıyla 13 nolu dekretten haberdar olan Brest-Litovsk’daki Türk heyeti, konuyla ilgili olarak 18 Ocak’ta zaman kaybetmeden Rus delegasyonuyla görüşmüştür. Türk Hariciye Nazırı Ahmet Nesimi Bey, Rus heyetinden Troçki ile yaptığı uzunca görüşmede, bu dekretin yayınlanmasını şiddetle protesto etmiş, bundan doğacak feci sonuçların bütün sorumluluğunun Sovyet hükümetine ait olacağını bildirmiş, Rusya’ya mensup olmayan bir memleketin ahalisini silahlandırarak, istiklâl ilânına sevk ve mecbur etmenin Rus inkılabının ileri sürdüğü ve Rus murahhaslarının müdafaa ettiği esaslara da uygun olmadığını ifade etmiştir. Ahmet Nesimi Bey’e göre, Türkiye ve müttefikleri ile sulh müzakerelerine girişen Rusya idarecileri, bu şekildeki davranışlarıyla ve Doğu Anadolu’daki Ermenileri silahlandırmakla, Türkiye’ye karşı alenî olarak düşmanca bir siyasete başvurmuş oluyorlardı. Bu suretle Ruslar, arzu edilen barışın yapılmasına engel teşkil edeceklerdi. Bu mülakat hakkında Ahmet Nesimi Bey tarafından Talat Paşa’ya tafsilatlı bilgi verilmiş ve bunun sonucunda Talat Paşa’da şöyle bir kanaat ortaya çıkmıştı: “Ruslar Doğu Anadolu’dan çekilirlerken Ermenileri silahlandırmış olacaklarından, bu araziyi geri almak için Ermenilere karşı kuvvet sevketmek mecburiyeti hasıl olacaktır. Bu nedenle hazırlıklı olmak gerekmektedir” (Kurat, 1990, ss. 370-373). Görüldüğü üzere Rus manevraları karşısında Türk tarafının faaliyetleri gecikmeden gerçekleşmiş ve gerekli önlemler kısa zaman zarfında alınma aşamasına gelmiştir. En üst düzeydeki bu girişimlerle birlikte Türk tarafının konuyla ilgili refleks ve tepkisi de iyice şekillenmeye başlayacak, ancak Rusların beklentilerinin aksine, Türk hükümeti bu konuda çok radikal adımlar atmakta tereddüt göstermeyecektir. Nitekim 12 Şubat 1918 tarihinde başlatılacak olan Türk ileri harekâtının en önemli sebebi, Rusların bölgede bırakarak silahlandırdıkları Ermenilerin, bölgenin yerli ve sivil halkına yapmış oldukları kötülük ve mezalimleri engelleme şeklinde kendisini gösterecektir. Öyle ki, Ermenilerin Rusların teşvik ve yardımlarıyla atmış oldukları bu “yanlış adımlar”, Doğu vilayetlerinde ve Kafkas cephesinde 1918 yılının ilk yarısında Osmanlı devletine gerek askerî ve gerekse siyasî olarak oldukça büyük avantajlar sunacak, Türk birlikleri kısa zaman zarfında savaştan önceki Rus sınırına varacaklar, müteakiben 1877-1878 Osmanlı-Rus sınırına ulaşan askerî birlikler, yer yer de 1828-1829 yılındaki Türk-Rus sınırına kadar olan bölgeleri de kontrol altına alacaklardır.
[1] Doğu vilayetleri veya altı vilayet olarak anlamlandırılabilecek bu topraklar, Osmanlı idarî bölünüşüne göre şu vilayetlerden oluşuyordu: Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas ve Elazığ (Ali Emirî, 1334/1918, s. 19). Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü idarî bölünüşüne göre ise otuza yakın ilin bulunduğu bu bölge, Batı ve Ermeni kaynaklarında, Türk versiyonundan farklı, ancak birbirine benzer şekillerde ifade edilmiştir. Nitekim bazı Batı kaynaklarında “Six Armenian Vilayets” (Altı Ermeni Vilayeti) şeklinde adlandırılırken, bazılarında “Turkish Armenia” (Türk Ermenistanı) ve “Batı Ermenistan” suretlerinde karşımıza çıkmaktadır.
Afanasyan, Sergei (1981), L’Arménie L’Azerbaidjan Et La Géorgie De L’Indépendance à L’Instauration Du Pouvoir Soviétique (1917-1923), Paris.
Ali Emirî, Osmanlı Vilâyât-ı Şarkıyesi, İstanbul, 1334/1918.
Ati, 7 Mart 1334/1918, No. 66.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)
Bayur, Yusuf Hikmet (1983), Türk İnkılabı Tarihi, c. III, 1914-1918 Genel Savaşı, kısım: 4, Savaşın Sonu, Ankara.
Dokumentı Vneşney Politiki SSSR, c. I, Moskova, 1959.
Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Dairesi Başkanlığı Arşivi (ATASE)
Hasanov, Cemil (1993), Azerbaycan Beynelhalk Münasebetler Sisteminde 1918-1920’nci İlle, Bakû.
Hovannisian, Richard G. (1967), Armenia on the Road to Independence 1918, Berkeley, Los Angeles.
Kirakosyan, D. J. (1971), Zapadnaya Armeniya Vı Godı Pervoy Miravoy Vaynı, Erivan.
Kurat, Akdes Nimet (1990), Türkiye ve Rusya, Ankara.
Mir Yacoub (1933), Le Probleme Du Caucase, Paris.
Öke, Mim Kemal (1986), Ermeni Meselesi 1914-1923, İstanbul.
Şahin, Enis (2003), “Türkiye’nin Kafkasya Politikalarında Ermeni Faktörü (1914-1918)”, Sekizinci Askerî Tarih Bildirileri Semineri I, XIX. ve XX. Yüzyıllarda Türkiye ve Kafkaslar, Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, Ankara.
Şahin, Enis (2002), Türkiye ve Maverâ-yı Kafkasya İlişkileri İçerisinde Trabzon ve Batum Konferansları ve Antlaşmaları (1917-1918), Ankara.
The Transcaucasian Post, 15 March 1919, No. 7.
Wheeler-Bennett, John W. (1963), Brest-Litovsk, The Forgotten Peace, March 1918, London.
Yerasimos, Stefanos (2000), Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet İlişkileri (1917-1923), İstanbul.
Yerasimos, Stefanos (1994), Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu, çeviren: Şirin Tekeli, İstanbul.