Yüzlerce yıllık ortak bir geçmişe sahip Türk-Ermeni ilişkileri, 19. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren oldukça sıkıntılı bir sürece girmiştir. Osmanlı Devletinin zayıflamasına paralel olarak bağımsız bir Ermenistan hayali ile isyanlara kalkışan Ermeniler, Birinci Dünya Savaşının çıktığı 1914 yılına gelinceye kadar birçok yerde katliamlara girişmişler, ülkenin iç ve dış güvenliğini tehdit eder hale gelmişlerdir. Bu tehditler savaşın çıkışından sonra daha da fazlalaşıp Osmanlı Devleti’nin savaş sırasındaki düşmanları ile aktif işbirliğine dönüşünce, devlet radikal bir önlem almak zorunda kalmış, tamamen güvenlik gerekçeleri ile Ermenilerin bir kısmını düşmanla irtibat kuramayacağı ülkenin güney bölgelerine göç ettirmiştir (Bakar, 2009, s. 75-76).
Şüphesiz Osmanlı Devleti savaş ortamına rağmen Ermeniler için her türlü tedbiri almış ise de bu göç sırasında bazı istenmeyen olaylarla karşılaşılmıştır. Ermenilerin bir kısmı saldırılar, bir kısmı hastalık veya yol şartları gibi sebeplerle hayatlarını kaybetmişlerdir. Ancak, tehcir kararını alan İttihat Terakki hükümeti meydana gelen bu istenmeyen olaylara sessiz kalmadığı gibi, bilâkis 1915-1916 yılarında kurduğu mahkemede Ermenilere zarar verenleri idam dahil ağır bir biçimde cezalandırmıştır (Sarınay, 2013, s. 218). Suçluların bu şekilde cezalandırılmış olmaları, tehcir kararını veren ve uygulayan İttihatçıların Ermenilere yönelik herhangi bir olumsuz niyet taşımadığının açık göstergesidir. Zaten Ermenilerin sadece savaş süresince ve geçici olarak gönderilmiş olmaları başka bir yoruma meydan vermez.
Osmanlı Devleti dünya savaşından savaştan ağır bir mağlubiyetle çıkınca, savaşın galipleri Osmanlıya yönelik oldukça art niyetli uygulamalara girişmişleridir. Sadece bugün Ortadoğu denilen coğrafyanın Osmanlının elinden almakla yetinmemişler aynı zamanda Anadolu’nun da paylaşılması cihetine gitmişlerdir. Öte yandan İtilâf Devletleri bir taraftan Osmanlı Devletini paylaşma çabası içindeyken, diğer taraftan da Mondros Mütarekesinden sonra (30 Ekim 1918) İstanbul’a gelir gelmez savaş sırasındaki “kötü” icraatları sebebiyle İttihat Terakki mensuplarının derhal yargılanmaları yönünde hükümete baskı yapmaya başlamışlardır. İttihatçıların “kötü” icraatlarının başında İngiliz esirlerine kötü muamele ile Ermenilerin göç ettirilmesi ve bu göç sırasında Ermenilerin sözde öldürülmeleri gelmiştir. Dolayısıyla savaş zamanı görevde bulunan bütün İttihatçıların cezalandırılmaları meselesi, galipler açısından savaş sonrası en öncelikli konuların başında gelmiştir.
Savaşı mağlup olarak bitirip her alanda ciddi bir çöküşün yaşandığı, âdeta ölüm-kalım savaşı verildiği bir sırada görev başında bulunan Mütareke sonrası hükümetler ise işgallere karşı koymak bir tarafa, teselliyi teslimiyette görmüşler, İtilâf Devletlerinin her istediklerini yerine getirmişlerdir. Özellikle İttihat Terakki Partisi mensuplarının bir an önce ve şiddetli bir şekilde cezalandırması yönünde ağır bir tehdit ile karşı karşıya kalınca, hükümet Divân-ı Harb-i Örfî adlı olağanüstü bir mahkeme kurmuştur (BOA., BEO., 340979).
İtilâf Devletlerinin bu baskı ve tehdidi, İstanbul’daki İttihatçı karşıtlarının intikamcı duyguları ile de birleşince hükümet İttihatçıların peşine düşmüştür. Enver, Talat ve Cemal Paşalara ilaveten bazı İttihatçı önderler de 1918 yılının Kasım ayının ilk günlerinde ülkeden kaçınca, İtilâf Devletleri ve İttihatçı karşıtları daha da öfkelenmiş, ülkenin her tarafında neredeyse tam bir İttihatçı avına çıkmışlardır. Her İttihatçıya potansiyel suçlu gözüyle bakılmış, en alt seviyeden memurlar dahil savaş döneminin sadrazam, bakan, milletvekili ve gazetecilerden yüzlerce kişi meşhur Bekirağa Bölüğüne âdeta tıkılmıştır. Sadrazam Sait Halim Paşa, Meclis-i Mebusan reisi Halil Bey[Menteşe], Hüseyin Cahit Bey[Yalçın] ve Ziya Gökalp bunlardan birkaçıdır (Yeni Gün, 3 Şubat 1919), nr. 151).
16 Aralık 1918 tarihinde kurulan mahkeme ilk yargılamasına 6 Şubat 1919 tarihinde Yozgat’tan yapılan sevkiyatın sorgulandığı Yozgat Tehciri davası ile başlamıştır. Fakat bu davanın başlamasına kadar tehcir sorumlularının nerede ve nasıl yargılanacakları konusu kamuoyunda aylarca tartışmalara yol açmıştır. Özellikle Tevfik Paşa’nın sadrazam olduğu 11 Kasım 1918 tarihinden itibaren hükümet neredeyse sadece bu meselelerle meşgul olmuş denilse mübalağa edilmiş olmaz. Hatta Tevfik Paşa baskılardan o kadar bunalmıştı ki, Ermeni olaylarında sorumluluğu bulunanların ortaya çıkarılması için İsveç, Hollanda, İspanya ve Danimarka’dan getirilecek bir yargıçlar grubunun konuyu incelemesini istemiştir. Ancak Osmanlı Devleti’ni uluslararası bir mahkemede yargılatmak niyetinde olan İngilizler, söz konusu yargıçların gerçeği ortaya çıkarmasından, bir başka deyişle, Osmanlı Devleti’nin Ermeni meselesinde İtilâf Devletlerinin iddia ettiği gibi bir sorumluluğu olmadığının ispatlanmasından çekindiği için bağımsız yargıçların ülkeye gelmesini engellemiştir (Şimşir, 1995, s. 61).
Dolayısıyla galipler özellikle İngiltere, Ermeni meselesinde sorumluluğu olanları Osmanlı iç hukuku çerçevesinde yargılanmalarını kendi politik hedefleri bakımında daha avantajlı bulduğu için çabalarını bu yönde yoğunlaştırmıştır. Zira, Osmanlı hükümetleri iç hukuku her türlü yöne eğip bükebilir veya gerekli düzenlemeleri onların isteği doğrultusunda kolayca yapabilirdi. Nitekim ilerleyen aylarda bu konudaki en önemli yardımcıları, İttihatçıların siyasi rakibi olan ve mütarekeden sonra etkili bir konuma ulaşan Hürriyet ve İtilâf Partisi mensupları, Damat Ferit hükümetleri ve basın ile ülkedeki Rum ve Ermeniler olmuştur.
İttihatçıların derhal cezalandırılmaları yönündeki baskılar her geçen gün artarken, söz konusu şahısların hangi mahkemede yargılanacaklarına ilişkin bir takım tartışmalar da aynı oranda gündemi meşgul etmekteydi. Çünkü Osmanlı anayasasına göre bakanlık mevkiinde bulunmuş kişiler normal mahkemelerde yargılanamayacağı gibi, herhangi özel bir konuyu görüşmek üzere ayrı bir mahkeme de kurulamazdı. Dolayısıyla bu yöndeki arayışlar, mütarekeden sonraki günlerin yoğunluklu gündemini oluşturmuştur.
Öte yandan meclisin henüz açık olduğu günlerde konu meclisin de gündemine gelmiş, Bakanlık görevini üstlenenler, Yüce Divân’da yargılanmak üzere meclisteki komisyonlardan birisi olan Beşinci Şube’de sorgulanmışlardır. Ancak meclisin iç ve dış baskılarla 21 Aralık 1918 tarihinde kapatılması üzerine bundan bir sonuç alınamamıştır. Özellikle Hürriyet ve İtilâf partililer ve o günlerde Meclis-i Ayan üyesi olan Damat Ferit Paşa ile yaptıkları konuşmalarda, meclisteki milletvekillerinin İttihat Terakkililerden oluştuğunu, dolayısıyla mecliste Yüce Divân kurulsa bile âdil yargılama yapamayacağını, bunun yeniden oluşturulacak meclis tarafından gerçekleştirilmesi yönünde çok ciddi çaba sarf etmişlerdir MAZC., 1993, s. 8-9). Ancak, meclis kapatılmış, yeni bir meclis de toplanamadığı için söz konusu bakanların da diğer sanıklar gibi Divân-ı Harb-i Örfî adlı olağanüstü askerî bir mahkemede yargılanmaları gerektiğine karar verilmiştir. Tevfik Paşa’nın sadrazam olduğu günlerde gerçekleşmeyen bu eylem, Damat Ferit Paşa iktidara gelir gelmez (4 Mart 1919) yürürlüğe konulmuştur. Aslında anayasaya aykırılığı çok net olan bu yargılama kararı, söz konusu bakanların işlemiş oldukları “suçları” bakanlık yetkileri sebebiyle değil, şahsen işlemiş oldukları yönündeki son derece gülünç bir içtihatla mümkün olmuştur. Bakanlık yetkisi olmayan bir memurun siyasi sorumluluk ve riski büyük olan kararlar alıp alamayacağı hiç düşünülmemiş, sırf politik gerekçelerle anayasanın bakanların sadece Yüce Divân’da yargılanabileceği yönündeki açık hükmü görmezden gelinmiştir. Böylece 5 Temmuz 1919 tarihinde Enver, Talat ve Cemal Paşalar yurt dışında olmaları sebebiyle gıyaben idam cezasına çarptırılmışlardır (TV., nr. 3540).
Tehcir mahkemesinin en belirgin karakterinin başında, âdil, tarafsız, bağımsız ve hukuka uygun bir yargılama yapmak yerine, kararlarını siyasî, iç ve dış müdahaleye açık, intikamcı ve en basit hukuk kurallarını bile dikkate almadan vermiş olması gelir. Zira bu mahkeme herhangi bir haksızlığı ortaya çıkarmak yerine, hükmünü baştan vermiş, mümkün olsa bütün sanıklarının derhal idam edilmesi gerektiği anlayışı üzerine kurulmuştur. İç ve dış politik ortam buna oldukça müsaitti (Ata, 2005, s. 89).
Özellikle İtilâf Devletleri mahkemenin kurulmasından, heyetinin belirlenmesinden, duruşma salonunun uygun olup olmadığından, şahitlerin ifadelerinin ezberletilmesinden kararın verilmesine kadar her safhasında etkin bir rol üstlenmişlerdir. Sanki İttihatçılara karşı olan kinlerini savaş cephelerinde tam olarak giderememiş, eksik kalan duygularını tatmin etmek istercesine bir tavır takınmışlardır. Bu ruh hallerinin sonucu olarak elbette siyasi iktidarın kim olacağından, onların icraatlarına kadar her şeyi ayrıntıyla yakından takip etmişlerdir. Mütareke dönemi boyunca neredeyse bütün İngilizlerin müslümanlara karşı nefretinin hangi seviyede olduğunu herhalde en açık surette Eski İngiliz Başbakanı Asquith’in şu konuşması ifade eder. Asquith 9 Kasım 1918 tarihinde yaptığı bir konuşmasında; “Ümit edelim ki bu günler, milletler topluluğu içinde kötülüğü temsil eden bir millet olarak Osmanlının son günleri olsun. Bu ölünün mezar taşları üzerine ne yazılırsa yazılsın, o hiçbir zaman yeniden doğmayacaktır” (Kurat, 1986, s. 50-51).
İstanbul’da savaş zamanının bürokratları bir bir tutuklanırken, bunlar arasında İngiliz esirlerine kötü davrandığı iddiasıyla hapse atılan eski İstanbul Merkez Komutanı Miralay Cevad Bey de vardır. Cevad Bey’in haksız ve sadece İngilizlerin baskısıyla tutuklandığının en somut göstergesi, Mütarekeden sonraki günlerde hükümet kuran Sadrazam Tevfik Paşa’nın Harbiye Nazırı Ömer Yaver Paşa’nın Cevad Bey’e yazdığı bir mektup açıkça gösterir. Ömer Yaver Paşa mektubuna “oğlum” diye başlar ve der ki: “Davacınız İngiliz hükümetidir. Tutuklanmanız teklif edildiği zaman engellemek için çok uğraşılsa da başarılı olunamadı. Osmanlı Hükümetinin senin aleyhinde bir şikayeti yoktur. Sabır ve tahammülden başka çare göremiyorum” (BOA., BEO., 341518).
Öte yandan suçsuz insanların tutuklanmasını Osmanlı hükümetinin engellemesi bir tarafa, ülkenin “kurtuluşunu” böyle bir politikada gördüğü için, ülkeyi yöneteler bilakis ellerinden gelen her türlü desteği vermekten geri durmamışlardır. Sultan Vahdettin’in İngilizlere; “arzu ettiğiniz her şahsı cezalandırmaya hazırım” cevabı, (Jaeschke, 1991, s. 174) desteğin seviyesini göstermesi bakımından dikkate değer. Bunun üzerine İngilizler hazırlamış oldukları “kara listeleri” hükümete vermiş, listede bulunanlar teker teker tutuklanmışlardır. Tutuklamaların gerçekleşmesine Amiral Calthorpe son derece memnun olmuş ve bu memnuniyetini; “tutuklamaların etkisi her surette mükemmel olmuştur. Öyle sanıyorum ki, İstanbul’da İttihat ve Terakki komitesi herhalde biraz olsun yıldırılmıştır” diyerek sevinçle karşılamıştır ( Jaeschke, 1991, s. 175).
İçeride ise İttihat Terakkinin müzmin muhalifi haline gelen Hürriyet ve İtilâf Partisi mensupları, ülkenin genel gidişine, savaş döneminde yaşanan birçok yanlışın hesabını sormak bahanesiyle İtilâf Devletlerinin sadık destekçileri olmuşlardır. Suçlu icat etmede İngilizlerle beraber Rum-Ermenileri aratmamışlar, muhalif oldukları bir şahsı İngiliz himayesine güvenerek, İttihatçıların tehcir sırasında Ermenilere kötülük ettikleri suçlamasıyla yakalanmalarında ve cezalandırılmalarında büyük bir heyecanla çalışmışlardır. Bir İttihatçı yakalandığı zaman, tutukluluğu için herhangi bir suç unsuru bulunmasa da, “bu kişi, yaman ve koyu bir İttihatçı idi. Tutuklanması için bu bile yeter” (Mimaroğlu, 1946, s. 76-77) diyerek partizanlığın en müfrit örneğini sergilemişlerdir. Oysa kendilerine yaranma duygusuyla hareket ettikleri Ermeniler ve onları destekleyenler, İttihatçı-İtilâfçı ayırımı yapmamışlar; “İttihatçılar kâtil, bütün Türkler kâtillerin ortağı ve Türkiye katliam bölgesi” (Yeni İstanbul, nr. 22) diyerek hiçbir Türk’ü ayırt etmemişlerdir.
Tehcir mahkemeleri, her yönüyle en ilkel bir mahkemeden daha kötüdür ve ondan daha az güvenilir bir özelliğe sahiptir. Kurulduğu günden son ana kadar yedi ayrı mahkeme başkanının görev yapmış olması, onun da birkaçı hariç görev sürelerinin son derece kısa oluşu, mahkemedeki iç ve dış baskının açık göstergelerindedir.
Özellikle Damat Ferit Paşa’nın sadrazam olduğu dönemler, mahkemedeki usulsüzlüğün, bir başka ifadeyle mahkeme üzerindeki politik baskının en şiddetli olduğu dönemler olmuştur. Güya Ermeni tehciri sırasında meydana geldiği iddia edilen suistimalleri ortaya çıkarmak için Kurulan Soruşturma Komisyonları, Anadolu’da veya İstanbul’da birçok suçsuz insanı sırf İttihatçı olduğu gerekçesiyle veya bazı kişisel sebeplerle Ermeni meselesi bahane edilerek tutuklanmışlardır. Tutuklamalardaki kasıt o derece abartılıydı ki, İttihatçılara en ağır ceza vermek için canla çalışan Damat Ferit Hükümeti bile ilgili komisyon üyelerini uyarmak zorunda kalmıştır. Uyarılarında, herhangi bir delil olmaksızın sadece dedikodu kabilinden ihbarlarla insanların tutuklanmamasını istemiştir (BOA., DH. ŞFR, 97/135). Ancak, bu uyarılar defalarca yapılmış olmasına rağmen, içlerinde Rum-Ermeni görevlilerin veya intikam hırsıyla hareket eden diğer üyelerin bulunduğu söz konusu komisyon yine de suçsuz insanları tutuklamaktan geri durmamıştır.
Öte yandan Soruşturma Komisyonları sadece suçsuz insanları tutuklamakla kalmamış, aynı zamanda bu komisyonun hazırladığı raporlar mahkemede sanıkları en fazla töhmet altında bırakan iddianamelere de kaynaklık etmiştir. Böylece cezalandırma silsilesi ta işin başından itibaren art niyetli bir şekilde çalışmıştır. İddianamelerdeki ağır suçlamalar gerçeklerle bağdaşmadığı için de savunmayı oldukça güçleştirmiştir. Zira mahkeme heyeti sanıklara soru sorarken, “işlendiği iddia edilen suçlar” gibi tarafsız bir soru sormak yerine, “işlenen suçlar” biçiminde sormuş, bir bakıma daha yargılamanın başında kanaatini açıkça belirtmiştir. Şüphesiz mahkeme heyetini bu şekilde soru sormaya iten gerekçelerin temelinde, uydurma raporlara dayanılarak hazırlanan iddianameler, particilik düşüncesiyle birikmiş kin, husumet ve yukarıdan aldıkları siyasi talimatlardır.
Sanıkların cezalandırılmasında bir diğer önemli etken ise yalancı şahitler olup, kararını baştan vermiş mahkeme için sahte ve yalancı şahit bulmak hiç de zor olmamıştır. Para karşılığı, siyasi niyetle, zorla ve tehditle şahit dinlemek mahkeme için sıradan denilebilecek faaliyetlerdendir. Gerçi, Damat Ferit Paşa’nın hükümet kurduğu ilk dönemi hariç (4 Mart 1919-1 Ekim 1919) ikinci döneminde şahit dinlenip dinlenmediği bile belli değildir. Zira ceza vermek için aceleleri vardı. Şahitle uğraşmaya gerek yoktu. Birkaç uyduruk duruşmadan sonra vicahen veya gıyaben idam cezası vermede hiç tereddüt edilmemiştir.
İlk döneminde, bir başka ifadeyle, Yozgat Tehciri, Trabzon Tehciri gibi davalarda dinlenen şahitlerin çoğu ise herhangi bir olaya şahit olmuş kişiler değillerdi. Ezberletilen ifadelerle güya yargılamanın en önemli fonksiyonunu icra etmişlerdir. Ancak işin daha vahimi, ifadelerinin yalan, uydurma ve rüşvet karşılığı veya ezberletilmiş olduğunu mahkeme heyetinin fark etmiş olmasına rağmen, söz konusu yalancı şahitlerin beyanlarını gerçekmiş gibi kabul edip hükümlerini buna göre vermişlerdir. Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey bu şekilde idam edilmiştir (Memleket, 11 Nisan 1919, nr. 61), Urfa’da Mutasarrıf Nusret Bey davasında gazetelere ilan verilerek şahit aranmıştır. Ondan da önce 15 yıl hapis sonra ilave yalancı şahit bulmak ve mahkeme üyeleri değiştirilmek suretiyle idam cezası verilmiş ve cezası infaz edilmiştir. Böylece bir sanığa aynı suçtan önce hapis sonra idam cezası vermek bu mahkemenin âdil yargılama yapmadığının en somut göstergelerinden birisidir.
Politik tercihlerle çalışmış bu mahkemenin verdiği hükümler, dünya hukuk tarihine geçecek kötü örneklerle doludur. Başından sonuna kadar işgal ortamının yansıttığı siyasi baskı, kin, intikam ve hırs üzerine çalışmış bir mahkemenin verdiği kararları objektif verilmiş kararlar olarak kabul etmek şüphesiz mümkün değildir.
Öte yandan davalara ilişkin belgeler tarafsız bir gözle değerlendirildiği zaman, Ermeni tehcirinin imha amaçlı yapıldığı iddiaları büsbütün ortadan kalkar. Dolayısıyla 1919-1920 yılı tehcir davalarının bağımsız, tarafsız ve hukuk ölçüleri içinde çalıştığına dair bir ipucuna ulaşmak mümkün gözükmemektedir. Özellikle mahkeme başkanlığını Nemrut veya Kürt Mustafa Paşa diye şöhret bulan, hukukla hiç ilgisi bulunmayan bir emekli generalin yaptığı davalar hukuksuzluk örnekleri ile doludur. Zaten bu usulsüz uygulamaları ispat edildiği için görevden alınıp yargılanmış ve yedi ay hapse mahkum olmuştur. Başkanı usulsüz yargılama yaptığı için cezalandırılan bir mahkemeden hukuk adına olumlu bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Ayrıca onun verdiği bütün kararlar, görevden alınması üzerine dosyalarda yapılan incelemeler sonucu temyiz tarafından bozulmuştur. O halde mahkemenin verdiği cezalara bakarak özel bir anlam yükleyip, bu cezaların daha sonra temyizce bozulmuş olduğunu görmezden gelmek, en basit ifadeyle yeni haksızlıklar peşinde koşmak olarak değerlendirilebilir.
Başbakanlık Evrak Odası (BEO), nr. 340979, 341518.
Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi (DH. ŞFR) nr. 97/135.
Takvim-i Vekayii (TV), nr. 3540.
Meclis-i Ayan Zabıt Ceridesi (MAZC)
Memleket
Yeni Gün
Yeni İstanbul
Ata, Ferudun (2005), İşgal İstanbul’unda Tehcir Yargılamaları, Ankara.
Bakar, Bülent (2009), Ermeni Tehciri, Ankara.
Jaeschke, Gotthard (1991), Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, Çev. Cemal Köprülü, Ankara.
Kurat, Yuluğ Tekin (1986), Osmanlı İmparatorluğunun Paylaşılması, Ankara.
Sarınay, Yusuf, (2013) “Ermeni Tehciri Sırasında Alınan Tedbirler ve 1915-1916 Yargılamaları”, ‘Ermeni Soykırımı İddiaları’ Derleyen: Mustafa Çalık, Ankara, s. 203-229.
Şimşir, Bilâl N. (1995), Malta Sürgünleri, Ankara.[:en]
Başbakanlık Evrak Odası (BEO), nr. 340979, 341518.
Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi (DH. ŞFR) nr. 97/135.
Takvim-i Vekayii (TV), nr. 3540.
Meclis-i Ayan Zabıt Ceridesi (MAZC)
Memleket
Yeni Gün
Yeni İstanbul
Ata, Ferudun (2005), İşgal İstanbul’unda Tehcir Yargılamaları, Ankara.
Bakar, Bülent (2009), Ermeni Tehciri, Ankara.
Jaeschke, Gotthard (1991), Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, Çev. Cemal Köprülü, Ankara.
Kurat, Yuluğ Tekin (1986), Osmanlı İmparatorluğunun Paylaşılması, Ankara.
Sarınay, Yusuf, (2013) “Ermeni Tehciri Sırasında Alınan Tedbirler ve 1915-1916 Yargılamaları”, ‘Ermeni Soykırımı İddiaları’ Derleyen: Mustafa Çalık, Ankara, s. 203-229.
Şimşir, Bilâl N. (1995), Malta Sürgünleri, Ankara.