325 ile 330 yılları arasında inşa olunan İstanbul, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olması dolayısıyla her zaman Ermeniler için de önemli bir merkez oldu. 390‘lı yılların başında imparatordan icazet almak üzere İstanbul’a gelen devrin Ermeni Gatoğigosu, yani baş patriği Surp Sahag ve beraberindeki Surp Mesrob ile öğrencileri şehre geldiklerinde Agomidian Manastırı’nda ikamet ettiler. Başkentte teoloji ve felsefe eğitimi alan grup, şehre asıl geliş amaçlarında başarılı olarak 404-405 yılalrında Ermenice’nin ses sistemine uygun bir alfabe geliştirebildiler. Yani bugün de kullanılan Ermeni alfabesi, İstanbul’da geliştirildi ve Ermenistan’a buradan götürüldü (Grousset, 2005, s.166-169).
Ermenilerin bulunduğu coğrafyanın, Doğu Roma İmparatorluğu ile Sasani İmparatorluğu arasında bulunmasından dolayı iki devlet arasındaki savaş ve çatışmalardan en çok etkilenen Ermeniler oldu. Özellikle beşinci yüzyılda Ermeniler ile Sasaniler arasında yaşanan uzun savaş döneminde başta asilzadeler olmak üzere büyük bir Ermeni nüfusu İstanbul’a göç etti (Grousset, 2005, s. 185 vd.). Doğu Roma İmparatorluğu da bu yeni göçmenlere karşı büyük bir hüsnü kabul gösteriyordu. Zira ordudaki Got ve Yahudi varlığı sonlandırılmıştı ve yaşanan bu boşluk şehre yeni gelen Ermeniler ile doldurulmaya çalışılıyordu (Mango, 2008, s. 33). Beşinci ve altıncı yüzyılda hızla devam eden göçler o raddeye vardı ki, 572 yılına geldiğimizde, İstanbul’da kalabalık ve teşkilatlı bir Ermeni cemaatinden söz etmek mümkündü (Pamukciyan, 2002, s. 1).
Süryani Mikhael’in Vekayinamesi’nde kaydettiğine göre İstanbul’da ayrı bir cemaat olarak teşkilatlanabilen Ermeniler, şehrin içinde de Armenion olarak anılan bir kiliseye sahiplerdi. Bu kilise bir papazın başkanlığında şehrin önde gelen sivil Ermenileri tarafından idare ediliyordu. Fakat doğudaki Ermenilerin, imparatorluk topraklarına saldıran Türkler ile işbirliği yapması nedeniyle kızan İmparator Birinci Aleksios (1081-1118) bu kiliseyi yıktırmış ve Ermenilere ait tüm kutsal eşyaları şehir meydanlarında yaktırtmıştı. (Süryani Mikhael) Bu tarihten sonra Ermeniler bir daha Bizans hakimiyeti altındaki İstanbul içinde bir kiliseye sahip olamadılar. Fakat on dördüncü yüzyılın ortalarında Ceneviz idaresindeki Galata’da bir kilise ve piskoposluk tesis edebildiler (Tuğlacı, 1984, s. 194).
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiğinde, daha Latin İşgali döneminin izlerini silememiş olan şehir, kuşatma altında tamamıyla bir viraneye dönmüştü. Osmanlıların feth ettiği İstanbul’un nüfusu otuz bin ila elli bin arasında tahmin edilmektedir. Şehri eski haşmetli günlerine döndürmeye kararlı olan Sultan Mehmed, büyük bir imar hareketine girişti. Şehrin merkezlerine yeni çarşılar inşa olunup, surlar güçlendirildi (İnalcık, 54). Bunun yanı sıra şehir nüfusunun arttırılması için Subaşı Süleyman Bey görevlendirilerek önce gönül rızası ile sonrasında ise zorunlu göçle şehre Anadolu’dan aileler getirildi ki bu yeni gelenler arasında Ermeniler de vardı (Aşıkpaşazade, 157).
Bu sayede İstanbul’da kısa sürede bir Ermeni cemaati oluşturulabildi. Zorla getirilen aileler arasında da Ermeniler mevcuttu ki Amasyalı Ermeni bir tüccar olan Nerses, 1480 yılında kaleme aldığı bir manzumede Fatih Sultan Mehmed’i, halkını ve Hristiyanları oradan oraya sürükleyerek halklar arasında fırtına çıkarmakla suçluyor ve hiç istemediği halde zorla İstanbul’a getirildiğini söylüyordu. (Mansel, 15) Gönüllü olarak veya zorla, İstanbul’a yeni gelenlerle birlikte 1478‘deki şehir nüfusu 14.803 haneye, yani yaklaşık olarak yetmiş binin üzerinde bir nüfusa ulaşabilmişti ki bunun 817 hanesi de Ermeni’ydi (İnalcık, 2000, s. 54). Fatih Sultan Mehmed dönemi İstanbul’unda büyük bir imar hareketi yaşandığından şehre getirilenlerin de daha çok, mimar, kalfa ve işçi olmalarına önem veriliyordu. Gelenler arasında zanaatkar, tüccar ve meslek sahibi olanlar şehre yerleştirilirken, diğerleri şehrin etrafındaki köylerde iskan ediliyor, sanatçı, marangoz, gemici, mimar ve kalfalar ise doğrudan padişahın emrine alınıyorlardı. (İnalcık, 2000, s. 54; Karaca, 2008, s. 28)
Fatih Sultan Mehmed’in şehre getirttiği ilk büyük Ermeni kafilesi, 1461’de Bursa Başepikposu Hovagim’in önderliğinde şehre gelen Bursa Ermenileri idi. Böylece Orhan Gazi devrinden beri Bursa’da bulunan Ermeni piskoposluğu da İstanbul’a taşınmış oluyordu. Hatta o kadar ki Çamiçyan’ın öncülüğünü yaptığı bir çok araştırmacı 1461‘deki bu göçü İstanbul Ermeni Patrikliği’nin kuruluşu olarak kabul etti (Çamiçyan, 1776, s. 500). Şehre ilk gelen Ermeniler arasında din adamları, sanatkarlar, mimarlar, zanaatkarlar, tüccarlar, çiftçiler ve işçiler bulunuyordu. Bu kimseler şehirde, başlıca Samatya, Kumkapı, Narlıkapı, Beyoğlu, Gedikpaşa ve Galata semtlerindeki evlere ve odalara yerleştirildiler. Ermeniler İstanbul’a ilk getirildiklerinde başlıca altı semtte iskan edildiklerinden dolayı neredeyse 1800’lü yılların ortalarına değin şehirde, “Altı Cemaat” olarak anıldılar. Bu tabir sadece halk arasında değil, resmi belgelerde de kullanıldı (Tuğlacı, 1984, s. 5; Pamukciyan, 2002, s. 4).
Fatih Sultan Mehmed döneminde Ermenilerin şehre ikinci toplu göçleri ise 1475‘deki Kırım’ın fethiyle birlikte gerçekleşti. Kefe’den getirilen ve daha çok ticaretle uğraşan Cenevizliler ve Ermeniler başlıca iki semte, Galata’ya ve Karagümrük’e yerleştirildiler. Böylece zaten yüksek olan Galata’daki Ermeni nüfusu daha da artmış ve karma mahallerin dışında Ermenilerin semt içinde kendilerine has mahalleleri de olabilmişti. Şehirdeki Ermeni nüfusu içinde en varlıklı ve en kültürlü zümreyi oluşturan Galata Ermenileri, genellikle Kırım kökenli oldukları için Ermenice isimlerinin yanı sıra, Orhan, Tanrıvermiş, Eyne Bey, Şadi Bey, Şirin Hatun ve Melek Hatun gibi Tatar kökenli Türk isimleri de kullanırlardı. (Kuban, 2004, s. 217)
Kefeli Ermenilerin yerleştirildiği ikinci semt ise Karagümrük’tü. Bölgeye yoğunluklu olarak Kefe’den getirilen Cenevizlilerin ve Ermenilerin yerleştirilmesi dolayısıyla semt Kefeli adıyla anılmaya başlanmıştır ki günümüzde de bu ismini korumaktadır. Bölgedeki metruk iki Rum kilisesi de yine Kefe’den gelen Dominiken rahiplerinin kontrolüne verildi. Bu kiliselerden ilki Santa Maria (Odalar Mescidi), ikincisi ise Saint Nicola (Kefeli Camii) adını aldı. Saint Nicola Kilisesi’ni Cenevizliler ve Ermeniler ortak olarak kullanıyordu. Bu nedenle tüm kilise kayıtları Latince ve Ermenice olarak tutulmuştu ki bu defterler günümüzde de Galata’daki Saint Paul Dominiken Kilisesi’nin arşivlerinde korunmaktadır. Daha sonra Saint Nicola’nın kullanım hakkı Ermenilerin elinden alınarak, onun yerine cemaate Balat’taki metruk bir Rum Kilisesi tahsis edildi. Bu kilise de hali hazırda Surp Hreşdagabed adı ile Ermeni cemaati tarafından kullanılmaktadır (Frazee, s. 16; İncicyan, s. 38).
Şehirdeki Ermeni nüfusunun en yoğun olduğu semt ise Samatya idi. 1461’de şehre getirilen Ermenilerin büyük çoğunluğu buraya getirildiği gibi 1470‘ten sonra Karaman’ın fethiyle birlikte İç Anadolu’daki Ermeniler de İstanbul’a getirilerek yine bu semtte iskan edildiler. Bu nedenle semtteki Ermeni nüfusu genellikle Anadolu kökenliydi. 1478’e kadar da Konya, Karaman, Aksaray ve Ereğli’deki Ermeni nüfusun İstanbul’a getirilerek Samatya’da iskanına devam edildi. Ayrıca şehrin en görkemli ve en kutsal mabetlerinden bir tanesi olan Samatya’daki Peribleptos Manastırı da Ermenilerin kullanımına tahsis edilmiş ve bu mabet 1641 senesine kadar İstanbul Ermeni Patrikliği makamı olmuştur. Nitekim bu ibadethane bugün de Surp Kevork adıyla Ermeni cemaati tarafından kullanılmaktadır (Kuban, 2004, s. 188; Eremya Çelebi, s. 3).
Fatih Sultan Mehmet’ten sonraki hükümdarlar döneminde de Ermenilerin İstanbul’a göç ettirilmesine devam edildi. Yavuz Sultan Selim’in 1514‘deki İran Seferi’nde Tebriz, Erzurum, Kemah, Muş, Sivas ve Erzincan dolaylarındaki bir çok Ermeni aile İstanbul’a göç ettirildi. Ayrıca yine aynı dönemde, Ankara, Sivas, Tokat, Bayburt ve Adana çevresindeki bir çok Ermeni ailesi de İstanbul’a getirtilerek çeşitli semtlere yerleştirilmişlerdi. Yavuz Sultan Selim, İran Seferleri sırasında Tebriz’den 200, Kahire’den ise 500 zanaatkar Ermeni ailesini özel olarak İstanbul’a getirterek çeşitli hizmetlerde kullanmıştı. (İnalcık, 200, s. 67)
Kanuni Sultan Süleyman da doğuya düzenlediği seferlerinde çeşitli bölgelerden Ermenileri İstanbul’a getirterek iskan ettirdi. Fakat Kanuni döneminde getirilen Ermeni ailelerinden en çok dikkat çekeni, Eğin’den getirilen sarraf ve kuyumculardı. Eğinli olduklarından dolayı soylarını Vaspuragan Ermeni Krallığı’na dayandıran ve kendilerini bu krallığın bir bakiyesi olarak kabul eden bu Ermeni asilzadeleri Hasköy’e yerleştirildiler. Kısa sürede İstanbul’daki Ermeni cemaatinin idaresini ellerine alan ve cemaatin sivil liderleri konumuna yükselen bu kimseler Osmanlı sarayıyla da yakın ilişkiler tesis ettiklerinden 1800’lü yılların ortalarına kadar cemaatin idaresini ellerinde bulundurdular. Üçüncü Murad’ın saltanat yıllarında da Tebriz, Gürcistan ve Nahcivan’dan Ermeni asıllı bir çok sanatkar, çiftçi, işçi, kalfa ve mimar İstanbul’a getirilerek sarayın hizmetine alındılar ve İstanbul’daki imar faaliyetlerinde çalıştırıldılar. (İnalcık, 2000, s. 69; Pamukciyan, 5)
Şehirdeki Ermeni nüfusunun hızla yükselip büyük miktarlara ulaşması ise on yedinci yüzyılın başında yaşanan Celali İsyanları neticesinde oldu. 1596-1610 yılları arasında yaşanan isyan hareketleri Anadolu’da “Büyük Kaçgun” olarak anılan bir göç hareketi başlattı. Sadece Anadolu’dan değil, Rumeli, Kırım ve Suriye gibi imparatorluğun çok farklı köşelerindeki halklar bulundukları yerlerden kaçarak İstanbul’a geldiler ki bu kaçanların arasında Ermeni aileleri de bulunuyordu. Özellikle Kafkasya’daki Ermeniler büyük kafileler halinde İstanbul’a kaçmışlar, Osmanlı idaresi ilk olarak bu sığınmacıları kabul etmek istemese de 1612’de isyan hareketlerinin alevlenmesiyle kabul etmek durumunda kalmıştı. Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesinde kaydettiğine göre, daha önce İstanbul’da az bir Ermeni nüfusu varken, Celali İsyanlarından kaçan nüfus ile bu sayı kırk bin haneye ulaşmıştı. (Polonyalı Simeon, 4)
Ermeniler şehir içerisinde genellikle sur kapılarının etrafındaki semtlere yerleştirilmişlerdi. Örneğin, Topkapı’da, Poşa olarak adlandırılan Ermeni çingeneleri otururdu. Genel olarak elekçilik ile geçinen Poşaların büyük çoğunluğu Üçüncü Ahmed’in saltanat yıllarında İslam’ı kabul ettiler, geri kalanları ise diğer Ermeni halk arasında eridiler. (Kömürcüyan, 23) Ermenilerin yoğunlukta olduğu bir başka semt ise Yenikapı’ydı. Tanzimat öncesinde gayrimüslimlerin evlerinin ebatları, mimari planları ve dış cepheleri de belli kurallar ve kısıtlamalar altındaydı. Bununla birlikte gayrimüslimlerin İstanbul’da en serbest oldukları mahalle Yenikapı’ydı. Zira, burası eskiden bir körfez halindeyken ve denizin ortasında Bizans’tan kalma mermer bir kule varken Laleli Camii’nin inşası sırasında çıkan taşlar ve molozlar denize dökülüp bu körfez doldurulmuş ve yeni elde edilen bu bölge gayrimüslimlere satılmıştı. Burada az miktarda Rum’la beraber genellikle Ermeniler ikamet ediyordu. (İncicyan, 1976, s. 4 vd.)
Sur dışına baktığımızda ise Ermenilerin genel olarak Hasköy, Kasımpaşa, Beyoğlu ve Galata semtlerinde yoğun oldukları görülür. Ayrıca ikamet edilen semt, genel olarak meşgul olunan mesleği de belirler. Örneğin Hasköy Ermenileri genellikle sarraf, Beyoğlu Ermenileri değirmenci yahut fırıncı, Galata Ermenileri tüccar, Kasımpaşa Ermenileri ise daha çok tersane işçisi yahut denizcidir. Bunun yanı sıra, özellikle varlıklı Ermeniler on sekizinci yüzyıldan itibaren bir sayfiye ve eğlence mekanı olarak Boğaz’daki köylerde de ikamet etmeye başlamışlardır. Boğazın diğer yakasında ise genellikle Beykoz ve Üsküdar semtlerinde yoğun bir Ermeni nüfusu vardı. Özellikle Üsküdar, on altıncı yüzyıldan beri varlığını sürdüren, kilise, manastır, okul ve ruhban okulu gibi köklü kurumlarıyla sıkı bir cemaat hayatının yaşandığı önemli bir merkezdi. (Dadyan, 71 vd.)
1870 Büyük Beyoğlu Yangını ile beraber Beyoğlu ve Galata civarında oturan Ermeniler daha çok Pangaltı ve Kurutuluş bölgesine doğru yayılmaya başladılar ki bugün de cemaatin en yoğun olduğu semtlerden bir tanesi burasıdır. Günümüzde İstanbul’daki Ermeni cemaatinin elli bin ila altmış bin arasında olduğu tahmin edilmektedir ki, bu nüfusun büyük çoğunluğu, Şişli, Bakırköy, Kadıköy ve Adalar ilçelerine bağlı semtlerde ikamet etmektedirler.
Aşıkpaşazade, (1970), Tarih. Yay, Haz. Nihal Atsız.
Çamiçyan, M. (1786), Badmutyun Hayots. Venedik.
Çark, Y. G. (1953) , Türk Devleti Hizmeti’nde Ermeniler.
Dadyan, Saro (2011), Osmanlı’da Ermeni Aristokrasisi, İstanbul: Everest Yay.
Grousset, Réne (2005), Başlangıçtan 1071’e Ermenilerin Tarihi, Çev. Sosi Dolanoğlu. İstanbul: Aras Yay.
Frazee, Charles A. (2009), Katolikler ve Sultanlar, Çev. Cemile Erdek. İstanbul: Küre Yay.
İnalcık, Halil. (2000), Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, İstanbul: Eren Yay.
İncicyan, Ğugas (1976), XVIII. Asırda İstanbul, Çev. Hrand Der Andreasyan
Karaca, Zafer. (2008), İstanbul’da Tanzimat Öncesi Rum Ortodoks Kiliseleri, İstanbul: YKY
Kömürcüyan, Eremya Çelebi. (1952), İstanbul Tarihi, Çev. Hrand Der Andreasyan
Kuban, Doğan. (2004), İstanbul Bir Kent Tarihi, İstanbul Tarih Vakfı Yurt Yay.
Mango, Cyril. (2008), Bizans Yeni Roma İmparatorluğu, Çev. Gül Çağalı Güven. İstanbul: YKY.
Mansel, Phillip. (2008), Konstantininyye. Çev. Şerif Erol. İstanbul: Everest Yay.
Pamukciyan, Kevork (2002), İstanbul Yazıları, İstanbul: Aras Yay.
Polonyalı Simeon. (1964, Seyahatname. Çev. Hrand Der Andreasyan.
Süryani Mikhael. Vekayiname. Bu eser Hrand Der Andreasyan tarafından tercüme edilmiş olup yayınlanmamış tercüme metni bugün T/44 tasnif numarası ile TTK Kütüphanesi’nce muhafaza edilmektedir.
Tuğlacı, Pars. (1991), İstanbul Ermeni Kiliseleri, İstanbul.