XIX. yüzyılda yaşanan hadiseler ile gelişmeler, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılılaşma-Modernleşme sürecinde, belirleyici olmuştur. Söz konusu süreçte sadece fen ve teknikte değil, kurumlar, kanunlar ve hatta âdetler konusunda âdeta yeni bir düzen ve sistem inşa edilmiştir. Bu değişim ve dönüşümde İmparatorluğu oluşturan kavimlerden biri olan Ermeniler oldukça etkili olmuşlar, bilhassa sosyal ve kültürel sahada öncülük sayılabilecek yeniliklere imza atmışlardır.
Ermenilerin önderlik ettiği alanların başında tiyatro gelmektedir. Tiyatro, Batılı anlamdaki edebî türlerin hayatımıza en erken girmiş olanıdır. Tiyatronun çok hızlı bir gelişim göstermiş olduğunu söylemek de mümkündür. Bu hızlı gelişime en önemli sebep olarak İstanbul’un kozmopolit bir yapıya sahip olması gösterilebilir. Batı kültürü ile yakın temas kuran gayrimüslim unsurlar, tiyatronun ilgi çekici olmasını ve hızlı bir şekilde izleyici kitlesi oluşturmasını sağlamışlardır. Abdülmecid döneminde Dolmabahçe Sarayı’nın karşısına bir saray tiyatrosunun kurulması ise tiyatronun devlet eliyle önemsenmesini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Yabancı şirketlerin Beyoğlu ile sınırlı çevrelerinin genişletilmesinde, tiyatronun yerlileşmesi ve yaygınlaşmasında en önemli rolü, Ermeniler oynamışlardır. Avrupalı trupların yoğun ilgi gören oyunları, kısa bir zaman sonra bazı Ermeni sanatkârlarda da İstanbul’da tiyatro yapmak hevesinin uyanmasını sağlamıştır. Gedikpaşa’daki tiyatro binasını, Güllü Agop’un Osmanlı Tiyatrosu’nun temsilleriyle Tanzimat Devri’nin önemli merkezlerinden biri hâline getirmesi, bunun en büyük göstergelerinden biridir (And, 1972: 153).
Bu başlangıç, bir süreç şeklinde devam etmiştir. Nitekim daha sonra Sırapyan Hekimyan’ın çalışmalarıyla ilk Türkçe temsiller verilmeye başlanır. Hekimyan’ın ve arkadaşlarının Türkçe temsiller vermesinde ticarî bir kaygının olduğu söylenebilir. Zira İstanbul’daki Ermeni seyirci sayısı, artık sayıları epeyce artmış ve profesyonelleşmiş olan sahne sanatkârlarına yetmemekteydi. Elbette asıl ve büyük çoğunluğu Türkler teşkil etmekteydi. Onları tiyatroya çekmek, tabiatıyla yeni müşteriler kazanmak anlamına gelecekti.
Oyunların Türkçe oynanması, kalabalık Türk nüfusunu tiyatroya çekmek açısından kuşkusuz yerinde bir adımdır. Ancak yeterli değildir. Bilhassa İstanbul’da o günün şartlarında tiyatro ile seyirci arasında daha pek çok engel bulunmaktaydı. Bunlardan biri, tiyatronun sadece Beyoğlu’nda temsiller vermesi ve Türklerin yoğun olarak bulunduğu Üsküdar’dan, Beşiktaş’tan ya da Boğaziçi köylerinden insanların tiyatroya gidemeyişiydi. Beyoğlu’nun bir eğlence mekânı olması ve dolayısıyla bu durumun orayı güvenlik bakımından kusurlu bir hâle getirmesi ise seyircinin tiyatroya gelmesine mani olan bir başka sebeptir. Fakat bu engellerin aşılıp insanların tiyatro ile iç içe olabilmesini sağlayanlar, yine Ermeni sanatkârlar olmuştur. Örneğin Hoca Naum, Beyoğlu’na diğer semtlerden geleceklere kolaylık sağlamak için oyunlarını gündüz de oynamaya başlamıştır. Güllü Agop, “Asya Kumpanyası” adıyla 1867 yılında bir topluluk oluşturmuş ve Gedikpaşa’daki eski cambazhanede temsillere başlamıştır. Ayrıca Agop, 1868’den itibaren “Tiyatro-yı Osmânî” adıyla anılacak olan topluluğuyla ilk ciddi Türk tiyatrosunun (Akyüz, 1979: 35) temellerini atmıştır. Nitekim Güllü Agop asıl kimliğini ve etkinliğini, tiyatrosunu Gedikpaşa’ya taşıdıktan ve 1870 yılından itibaren on yıllık Türkçe temsil verme tekelini aldıktan sonra kazanmıştır.
Güllü Agop’un Türk tiyatrosunun gelişimine bu dönemde iki büyük ve önemli katkısı olmuştur. Bunlardan ilki, Türk yazarlarından oluşan ve bir tür dil ve dramaturgluk çalışması yapan Tiyatro Komitesi’nin kurulmasıdır. İkincisi ise Türk oyuncularını ilk kez sahneye çıkarmasıdır.
Tiyatronun bu dönemdeki gelişimini ortaya koymak adına daha pek çok örnek verilebilir. Fakat Osmanlı Tiyatrosu’nun, Ahmed Midhat Efendi’nin Çerkez Özdenler adlı dramının halka hürriyet duygularını aşıladığı bahane edilerek 1884’te II. Abdülhamid tarafından yıktırılmasıyla bu parlak dönem sona ermiştir. Artık Türk seyircisi 1908’e kadar ciddi tiyatro eserlerinden mahrum kalacaktır.
Ermenilerin Osmanlı kültür hayatına yaptığı bir diğer katkı gazete noktasındadır. Özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Ermeni harfleriyle Türkçe basılan çok fazla gazete vardır. Bu gazetelerin yazdıklarını merak eden Türk okuyucuların Ermeni harflerini öğrendikleri dahi vakidir.
Ermenilerin büyük ölçüde öncülük ettiği bu yenilikler elbette artırılabilir. Örneğin Balyan ailesinden gelen bir dizi mimar ve müteahhitin İstanbul’da pek çok büyük yapıya vücut verdikleri XIX. yüzyılda, klâsik Türk mûsikîsi usûl ve üslûbunu benimsemiş, hatta kilise müziklerini buna göre değiştirmiş Ermeniler, büyük bestekârlar, kendi icadı olan notalarla birçok eseri kayda geçirmiş Hamparsum Limoncuyan gibi müzik adamları da yetiştirmişlerdir.
J. B. Say’a ait Catéchismed’ Économie Politique adlı eserin çevirisi olan ve İlm-i Tedbîr-i Menzil ismiyle 1852’de yayımlanan eser, modern Avrupa iktisat teorileri konusunda Osmanlı İmparatorluğu’nda yayımlanan ilk eser olma özelliğini taşımaktadır ve bu çeviri Encümen-i Dâniş üyesi olan Ermeni Sahak Abro Efendi tarafından yapılmıştır. Sahak Abro Efendi, Adam Smith’in doktrinini popülerleştiren (Mardin, 1996: 265) bu eserden üç yıl sonra da Mustafa Reşid Paşa’nın isteği üzerine Avrupa’da Meşhur Ministroların Terceme-i Hallerine Dair Risale başlıklı bir eser kaleme almıştır. Osmanlı’nın ilk sivil eğitim kurumu Cemiyet-i İlmiyye-i Osmaniye’nin kurucular listesindeki 33 daimi üyeden dokuzunu Ermeniler oluşturmuştur.
Netice itibariyle şunu ifade edebilmemiz mümkündür ki Tanzimat’ın nimetlerinden en çok Ermeniler yararlanmıştır. Bunda Tanzimat’ı hazırlayanlara çok yakın durmalarının da önemli bir payı olduğu âşikârdır. Söz konusu yakın duruş da Ermenilerin öteden beri varlıklı bir zümre oluşturmalarından, çoğunun okuma yazma bir yana, en az bir yabancı dil bilmelerinden kaynaklanmıştır. Yeni bir dönem olarak kabul edeceğimiz Tanzimat sürecinde devlet yeniden yapılandırılırken ardına kadar açılan geniş kapılardan çok sayıda Ermeni girmiştir. Bütün bu sayılanları tabii olarak görmek gerekir. Zira Türkler ile Ermeniler, uzun yıllar boyunca İmparatorluk toprakları üzerinde sorunsuz bir hayat sürmüşlerdir. Ermeniler, yüzyıllarca Türk kültür ve yaşantısıyla iç içe yaşamış, yaşadıkları ortama uyum sağlamış, Türklerin dillerinden ve edebiyatlarından etkilenmişlerdir. Öyle ki 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşının sonrasında Ayestefanos ve Berlin antlaşmalarından sonra, kışkırtmalarla zorlama bir Ermeni sorunu çıkarıldıktan sonra bile büyük Ermeni çoğunluğu pozisyonlarını değiştirmek bir yana, yaşananlara karşı apaçık bir tavır almışlardır. Dikran Çuhacıyan vatanseverlik duygularını pekiştirici coşkun marşlar bestelerken, Güllü Agop tiyatrosuna eskisinden de sıkı bir disiplinle sarılmış, tiyatrosu kapatıldıktan sonra dahi Sarayda hizmetlerini sürdürmüştür. Sakızlı Ohannes Paşa, bir taraftan Mekteb-i Mülkiye’de siyaset ve iktisat dersleri verirken, bir taraftan da devletin en tepe noktalarında bulunmuş, tam 11 yıl II. Abdülhamid’in Hazine-i Hassa Nazırlığını yapmıştır.
Akyüz, Kenan (1979), Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1860-1923) I. Ankara.
And, Metin (1972), Tanzimat ve İstibdât Döneminde Türk Tiyatrosu (1839-1908), Ankara.
Mardin, Şerif (1996), Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İstanbul.