ABD Elçisi Terel’e Göre Ermeni Olayları ve II. Abdülhamid

II. Abdülhamid’in iktidarı döneminde, Anadolu’da isyan çıkaran Ermeni terör örgütleri Osmanlı Devleti’nin başını ağrıtmaya başladılar. Anadolu’da çıkardıkları isyanların Avrupa kamuoyunda yeteri kadar yankı bulmadığını düşünen Ermeniler, bu defa İstanbul’da büyük çaplı terör eylemleri düzenlediler. En nihayetinde ise II. Abdülhamid’e bombalı bir suikast girişiminde bulundular.

II. Abdülhamid, iktidarının büyük bir kısmında Ermeni meselesi ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Fakat bu konuda taviz vermeye kesinlikle yanaşmadı. Padişah, meselenin aldığı siyasi boyutun farkındaydı. Bu sebeple içerde Ermenilerin terör faaliyetlerine yönelik sıkı tedbirler alırken, dışarıda da Batı kamuoyunu bilgilendirme yoluna gitti. Zaman zaman yabancı ülkelerin elçilerini ve gazetecilerini Yıldız Sarayı’na davet edip onlara Osmanlı Devleti’nin ve kendisinin Ermeni meselesine bakış açısını anlattı. Anlattıklarının da yabancı ülkelerin gazetelerinde yayınlanmasını sağlamaya çalıştı.

II. Abdülhamid’in Ermeni meselesi hakkında yabancıları aydınlatmaya yönelik faaliyetlerinden biri de, Amerika Elçisi Terel’i huzuruna kabul edip onunla Ermeni meselesi hakkında konuşması idi. Padişah elçiden, yaptıkları bu konuşmanın Amerikan gazetelerinde yayınlanmasını ve bu şekilde Amerikan kamuoyunun meselenin doğrusunu öğrenmesinin sağlanmasını da istemişti.

Amerikan elçisi Terel, II. Abdülhamid’le yapmış olduğu bu görüşmeyi daha sonra 1 Kasım 1897’de, Century Magazine gazetesinde yayınladı. Elçi, II. Abdülhamid’le konuştuklarını aktarırken, Padişahı kamuoyuna tanıtmak amacıyla birçok ön bilgi vermeyi de gerekli görmüştü. Şimdi sözü Mösyö Terel’e bırakalım:

İçinde bulunduğumuz senenin Martının 19. günü selamlık törenini seyretmek üzere Yıldız Sarayı’na gittim. Padişah namazlarını kıldıktan sonra huzura kabul edileceğimi saray görevlilerinden biri tarafından bana iletildi. Belirlenen saatte Padişah tarafından kabul edildim. Padişahın huzurunda iki saat kadar kaldım ve iltifatlarına mahzar oldum. Padişah hazretleri Osmanlı Devleti’nde Ermeni milletinin mahzar olduğu iyi muameleler konusunda pek çok şeyler söyledi. Bu söylediklerinin Amerikan kamuoyunca da bilinmesini arzu ettiklerini ifade etti.

Padişaha bu konudaki arzularını İstanbul’daki resmi görevimin sona ermesinden sonra yerine getireceğimi belirtmiştim. Şimdi bu sözümü yerine getiriyorum. Padişahla yapmış olduğum konuşmaya geçmeden önce bazı ön bilgiler vermek istiyorum.

Padişah kendisiyle görüşme fırsatı bulan her Avrupalının sevgi ve muhabbetini kazandığı gibi, hemen hepsi ondan derin bir şekilde etkilenmişlerdir. II. Abdülhamid dindarlığı bir tarafa bırakıldığı takdirde, Asyalı olmaktan ziyade Avrupalıya benzemektedir. Doğulu bir hükümdar olmakla beraber, eski Rusya İmparatoru gibi baskıcı değildir. Rusya İmparatorluğunun sahip olduğu bütün vasıflar Padişahda mevcuttur. Bundan ayrı olarak, Padişah yetenek ve iktidar itibariyle Rusya İmparatorundan çok üstündürler.

Osmanlı ülkesini ziyaret edenler İstanbul’da yaşayan 52 kişilik bir Amerikan cemaatine rastlarlar. Bunlardan biri dişçi, diğeri otelci olup, bu ikisi istisna edildiğinde, geriye kalanların hepsi misyoner veya İncil cemiyeti üyesidir. Bu Amerikalılardan hiçbiri Padişahın huzuruna kabul edilmedikleri gibi, Yıldız Sarayı’na dahi gitme şansını bulamamışlardır. Yıldız Sarayı Avrupa hükümdarlarının saraylarına benzemez. Buraya yabancı elçiler dışında da pek çok kişi girip çıkabilir. Herhalde şurası muhakkaktır ki, Padişah ve saray adetleri hakkında Amerika gazetelerinde görülen makaleler baştan aşağıya hatalıdır.

Sultan II. Abdülhamid 50 yaşında, orta boylu, esmer, siyah saçlı, açık alınlı ve ela gözlüdür. Huzuruna bir elçi kabul olunduğu zaman hazır bulunan devlet adamları ve saray mensupları şık elbiseler giydikleri halde Padişah Hazretleri gayet sade bir şekilde giyinirler. Elbiseleri bir kırmızı fes, koyu mavi yünden yapılmış bir setre ve pantolon ile deri pabuçtan ibarettir. Kını çelikten mamul geniş bir kılıcı kıyafetinin tamamlayıcı unsuru olarak kuşanıyorlar. Bazen göğsünde bir nişan taktıkları da oluyor. Bayramın birinci günü bayramlaşma salonunda altın ve gümüş işlemelerle süslü bir taht üzerinde oturdukları halde bakanlar ve devlet adamlarının bağlılıklarını gösteren tebriklerini kabul ettikleri sırada, adı geçen kişiler en parlak üniformalarını giymiş, nişanlarını takmış bir halde bulunurlar. Hâlbuki kendileri bu resmi kabulde dahi sade giyiniş tarzını muhafaza etmektedirler. Bu durum, görenlerin en ziyade dikkatini ve hayretini çeken husustur. Yabancı elçileri hariç tutacak olursak, hiçbir ecnebi, bir resmi geçitten daha muntazam ve şaşalı, aynı zamanda herkesin sonsuz sadakatini gösterdiği bu törenleri izleme şansını bulamamıştır.

Bayram tebrikleşmesinde bulunanlar Padişaha sadakat beyanında bulunduktan sonra, Plevne kahramanı Mabeyn Müşiri Gazi Osman Paşa’nın büyük bir saygı ile tuttuğu, Padişahın tahtından uzanan örtüyü derin bir hürmet ve bağlılık gösterisi ile öperler.

Avrupa hükümdarlarından hiçbiri, padişah kadar anlayışlı ve muhataplarına karşı iltifatkâr değildir. Soyluluğu o derece belirgindir ki, yabancı elçilerden hiçbiri kendilerine karşı laubali bir tarzda hareket edemez. İlk defa padişahın huzuruna davet edildiğimde, Padişah hazretleri sofrada eşimi sağ, beni de sol taraflarına oturtmuşlardı. Gazi Osman Paşa, eski Mısır valisi İsmail Paşa ile Sadrazam ve diğer bakanlar dahi sofrada bulunuyorlardı. Yapılan ikram olağanüstü güzeldi. Sofra takımının zarafeti ve yemek salonunun süslü ve latif hali söz götürmeyecek derecede idi. Misafirlerden yalnız Hıristiyan olanlar şarap içiyorlardı. Bakanlardan ve devlet adamlarından her biri rütbelerine uygun tarzda üniforma giymiş ve nişanlarını takmışlardı. Buna karşılık Padişah Hazretleri benim gibi pek sade giyinmişlerdi. Oda kapılarında nöbetçi asker bulunmuyordu. Şunu belirtmek gerekir ki, yemek davetlisi olarak Saray’a her gittiğimde, yabancı sefirlere resmi karşılama törenini yerine getiren hassa askerlerinden bir bölük dışında Saray’da hiçbir asker görmedim.

Padişah hazretlerinin gayet zeki bir hükümdar oldukları hakkında General Valas ve diğer meslektaşlarım tarafından edilen sözleri teyit etme konusunda hiçbir tereddüdüm yoktur. Kendilerine Avrupa hükümdarlarının en güçlüsü nazarıyla bakmaktayım.

Padişah görüşmemiz sırasında, Ermeni ayaklanması denilen olaylar sırasında yaptığı icraat hakkında İngiliz milletvekili Sir Smit Barten’in gerçeklere uygun bir ifade kullanmasından gayet memnun olduğunu belirtti. Daha sonra, son zamanlarda Anadolu’da meydana gelen ayaklanmalar Amerika gazetelerinde konu edilmiyor. Hakikatleri Amerikan kamuoyuna sizin bildireceğinizi umarım dedi ve Ermeniler hakkında bazı bilgiler verdi.

Padişah Hazretleri bu uzun konuşmasında bana şunları söyledi: Anadolu’nun fethi sırasında Tatarlarla İranlıların saldırılarına maruz kalan Ermeniler toplu halde Osmanlı ülkesine hicret ederek Osmanlı sultanlarının himayelerine girmişlerdi. Ermeniler Osmanlı sultanlarınca şefkatle karşılandı ve kendilerine gerekli müsamaha gösterildi. Can ve mallarının muhafazası hususunda her şey yapıldı. Osmanlı sultanlarının sefere çıktıkları ve fetihle meşgul oldukları zamanlarda ticaret işleri Hıristiyanlara özellikle de Ermenilere kaldı. Müslümanlar, Allah’ı tek yaratıcı olarak tanıyan her türlü dinin mensubuna ilişmedikleri için Hıristiyanların dinlerine de karışılmamıştır. İşte bu suretle Ermeniler mal, mülk ve servet biriktirme imkânı bulmuşlardır. Dört yüz seneden beri de Osmanlı idaresinden memnun bir şekilde yaşamaktadırlar. Osmanlı ülkesinde sarraflık ve iltizam işleri hep Ermeniler tarafından yürütülmektedir. Ermeniler bu süre içinde dinlerini muhafaza edebilmişler, asırlardan beri eski kilise ve manastırlarda serbestçe dini ayinlerini yerine getirmişler, lüzum gördükçe yeni kiliseler açmışlardır. Ermeni patriklerinin her türlü şikâyetlerine hükümetler hep kulak vermişler ve mezhepleri de her zaman himayeye mahzar olmuştur. Müslümanlık inancında dört kitap kutsal kabul edilir. Bunlar Kur’an-ı Kerim, İncil, Tevrat ve Zebur’dur. Kur’an-ı Kerim, zulmün önüne geçmek için savaşmak ve cihad yapmak dışında, bütün Allah’a iman edenlerin himaye edilmelerini emredip dururken, bir Müslüman’ın bir Ermeni’yi dininden dolayı katletmesi nasıl mümkün olur? Atalarımdan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin torunu olan Yavuz Sultan Selim Hazretleri kendi zamanında, bütün Osmanlı tebaasının Müslüman yapılması halinde devletin güç ve kudretinin bir kat daha artacağını düşünmüştü. O sırada Hıristiyanların bir takım isyanlara kalkışmaları üzerine Yavuz Sultan Selim, dönemin Şeyhülislamına, İslamiyet’i kabul etmeyen Hıristiyanların katledilmesinin şeran caiz olup olmayacağını sordu. Bunun üzerine Şeyhülislam verdiği fetvada bunun caiz olmadığını, aksine kendi hallerinde bulunan Hıristiyanların himaye edilmeleri gerektiğini söyledi. Yavuz Sultan Selim de şeriatın bu hükmüne uyup düşüncesinden vazgeçti. Müslümanlıkta sadece Mecusilerle putperestler himaye edilemezler.

Padişah bunları anlattıktan sonra Ermenilerin başına gelenlerin Hıristiyan olmalarından kaynaklanmadığını söyledi. Bunu ispat için, gerek atalarının gerekse kendisinin Ermenilere iyi davrandıklarını, onlara tam olarak güvendiklerini ifade etti ve sözlerine şöyle devam etti: Babam Sultan Abdülmecid Baruthane Nezareti’ni Dadyan isimli bir Ermeni’ye emanet etmişti. Öyle ki, kötü barut imal edip de Osmanlı askerine zarar vermek Dadyan’ın elinde idi. Buna rağmen bu kişiye güvenildi ve o da bu suretle pek çok servet edindi. Dadyan buraya yakın bir sahilde ikamet ediyordu. Hatırlıyorum ki, çocukken pederim bir gün beni ve biraderimi Dadyan’ın evine götürmüş ve orada iki gece kalmıştık. Yine babamın zamanında Oğulyan adında başka bir Ermeni salon dairesi için her türlü kıyafet ve mücevharatı tedarik etmekle görevli idi. O da babamın has adamları arasında yer alıyordu. Boğaziçi’nin Anadolu sahilinde, Çengelköy’de ikamet ederdi. Dadyan gibi o da pek çok mal, mülk ve servet sahibi oldu. Babam onun evine de sıkça giderdi.

Darphanenin idaresi Agop adlı bir Ermeni’ye verilmişti. O da eline geçen fırsatları iyi değerlendirerek zengin oldu. Gümüşgerdan isimli başka bir Ermeni Harem dairesinin ihtiyacı olan elbiseleri imal ederdi. Gümüşgerdan halen hayattadır ve pek ziyade zengindir. Ermeni Balyan ailesi asırlardan beri babadan oğula geçecek surette Osmanlı sultanlarına mimarbaşılık yapmışlardı. Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi, Yıldız, Ihlamur, Göksu ve sair sarayları onlar inşa ettiler. Bu aile fertlerinden biri de şu anda saray mimarıdır. Babam tarafından Dadyan’a ihsan buyrulmuş olan Beşiktaş’taki konakta şu anda yine bir Ermeni olan Dışişleri Müsteşarı Artin Paşa ikamet ediyor. Pederim Dadyan’ı taltif için konağın yanındaki geniş bir arsayı da ihsan buyurmuş ve sırf ona mahsus olmak üzere bir de Ermeni kilisesi inşa ettirtmişti. Dadyan bu suretle en fena havalarda kapıdan çıkmadan kiliseye gidip dini vecibelerini yerine getiriyordu. O zamanlar ortam bu gibi kolaylıklara pek müsait de değildi. Lakin Sultan Abdülmecid sırf Dadyan’a güvendiği için ona bu kadar yakın davranmış ve ihsanlarda bulunmuştu.

Şu anda şahsi hazinemi yöneten Mikail Portakalyan Efendi dahi Ermeni olup bütün emlakim onun idaresindedir. Benim rıza gösterrmem suretiyle birçok Ermeni’yi hizmetinde istihdam ediyor. Bunların isimlerini ve aldıkları maaşları gösteren bir listenin size verilmesini emredeceğim. Ermeniler Osmanlı hanedanı tarafından bunca lütuf gördükleri, kendilerine ihsanlarda bulunulduğu ve bu şekilde bol miktarda mal, mülk ve servet edindikleri halde, memleketimi harap etmek maksadıyla fesat komiteleri kurmuşlar ve nankörlük etmişlerdir. İsyan hareketlerini zengin Ermeniler destekledi.

Bir Ermeni ciltçinin sizin için iki güzel albüm ciltlediği hatırınızdadır. Geçen Ağustosta İstanbul’da çıkan ayaklanma üzerine bu ciltçi korkarak Amerika’ya gitmiş. Fakat İngilizce bilmediğinden iş bulamamış. Buraya geri dönmek istediğini bana bildirdi. Kendisine dönüş izni verdim. Bunun üzerine, parası olmadığını arz etti. Kendisinin iyi bir insan olduğunu bildiğimden İstanbul’a dönebilmesi için bin Frank gönderilmesini emrettim. İşte Hıristiyanlar bu yaptıklarımıza inanmazlar.

Padişah Hazretleri bu anlattıklarından sonra, Osmanlı ülkesindeki Hıristiyanların dini nedenlerden dolayı hükümetin zulmüne uğramalarının söz konusu olmadığını, Hıristiyanlığın yeni ortaya çıktığı zamanlardan beri inşa edilmiş kilise ve manastırlara dokunulmadığını, halen bu kilise ve manastırlarda ayin yaptıklarını, kendi patrik ve piskoposlarını seçebildiklerini, dini vecibelerini yerine getirme konusunda daima müsamaha gördüklerini ve himaye edildiklerini tekrar tekrar izah ettikten sonra mukatele olaylarına şöyle değindi. Hıristiyan gazetelerinin, Osmanlı tebaası olan Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında meydana gelen olaylar hakkında gerçekleri asla yazmamaları cidden üzüntü vericidir. Bir Müslüman Allah’a iman eden herhangi bir insanı sahip olduğu dinden dolayı cezalandırmaz. Ama bir kavmin fertleri din gayretiyle aralarında birleşir ve dinlerini Osmanlı ülkesini tahrip etmenin aleti haline getirilerse o zaman iş başkadır. 1827 yılında Rum isyanı sırasında Avrupalı bütün Hıristiyanlar Osmanlı askerini şiddet kullanmakla suçladılar. Ama bir şehirde teslim olan çoluk çocuk 27 bin Müslüman’ın öldürülmesine geçirilmesine ses çıkarmadılar.

Padişahın bu sözlerine karşılık ben de şunları söyledim: Ermenilerin, isyan etmek suretiyle Türkleri öç almaya sevk edip Hıristiyan âleminin merhamet ve şefkatini üzerilerinde toplamaya, böylece Türkleri merhametsiz, zalim katiller olarak göstermeye çalıştıklarına dair en kıdemli misyonerimiz tarafından gönderilen haberler Amerikan hükümetince İndependent Gazetesi’nin Ocak 1893 tarihli nüshasında yayınlatıldı. Ayrıca şunu da ilave ettim: Hükümetim, her ne kadar Anadolu’da meydana gelen saldırıların sadece Müslümanlar tarafından yapılmayıp, Hıristiyanların dahi bu tür cinayetlere girişmelerinden memnun değilse de, Şark meselesine asla müdahale etmek istememektedir. Sizin tarafınızdan Ermenilerin katlinin emredildiğine dair hiçbir fikir beyan etmedim. Lakin karşılıklı vuruşmanın tekrarı halinde Osmanlı Devleti’nin zarar göreceğine inanıyorum. Amerikalı ve İngiliz yazarlar Müslümanların hoşgörüsünden övgü ile bahsediyorlar. Hatta geçmişte, Kudüs’te kadın, erkek ve çocuk 72 bin kişi teslim oldukları halde Dük Godefroy tarafından gaddarca kılıçtan geçirilmişti. Daha sonra şehri geri alan Salâhaddin Eyyübi hasımlarına karşı son derece insani davrandığı gibi, askerlere de, fidye vererek kendilerini kurtarma imtiyazını bahşetmişti. Şam’a gittiğimde, sizin izninizle o yüce hükümdarın türbesine girdiğimde, onun göstermiş olduğu şefkat ve merhamet hatırıma geldi. Kendisinin, Haçlıların zulmüne karşı göstermiş olduğu insani mukabeleye duyduğum saygıdan başımdan şapkamı çıkardım.

Konuşmamızın bundan sonraki bölümünde Padişah Güney Amerika’dan getirttiği patatesin ekiminden fevkalade verim alındığını ve bundan dolayı büyük memnuniyet duyduğunu söyledi. Sonra da şunları ilave etti: ‘En iyi mezhep birbirimize iyilik etmektir. Hazreti Peygamber Efendimiz buyurmuşlardır ki “Eğer bir adam hareket etmeye mecali kalmayacak derecede sarhoş olup domuz gibi sızsa ve bu hareketinden dolayı daha sonra pişman olsa, affedilir ama bir başkasının kasten kalbini kıran hiçbir vakit affedilmez”.

İşte birçok kimseler tarafından bir katil nazarı ile bakılan bir hükümdar en soylu hislerini bu şekilde yavaş ve ahenkli bir ses tonuyla beyan etti. Huzurunda bulunduğum sırada Padişah atlas bir kanepede oturmaktaydı. Aramızda mozaik usulünde işlenmiş bir küçük masa vardı. Bunun üzerinde sigaralar mevcut olup, Padişah bu sigaralardan sık sık içiyordu. Altın fincanlarla çay getirildi. Münir Paşa da huzurda idi. Oda 16. Lui tarzında gayet mükemmel şekilde süslenmişti. Duvarlara nefis levhalar asılmıştı. Yere ise ipekten mamul seccadelerle tek parça resimli bir halı serilmişti.

Sultan Abdülhamid Osmanlı Devleti’nin hükümdarı olmasının yanında 160 milyon Müslüman’ın da halifesidir. Bu durum göz önünde bulundurulacak olursa tebaanın padişahın huzurunda iken gösterdiği saygıya pek de şaşılmaz. Yabancı sefirlerden biri Padişahın huzurunda bulunduğu sırada, hazır bulunan memurlar padişahın sözlerine, her ne kadar gönül okşayıcı olursa olsun, saygı ile karşılık verirler. Padişah Osmanlı tahtına çıkmadan önce Fransızca öğrenmişse de daima Türkçe konuşur. Bir gece, Yıldız Sarayı’nda bir İtalyan tiyatro gurubunun oynadığı İtalyanca bir oyun vesilesiyle kendisinin bu lisana da aşina olduğu anlaşılmıştı. Yıldız Sarayı’ndaki kütüphane Avrupa ve Amerikalı meşhur yazarların kitaplarıyla doludur. Kütüphanede Arap edebiyatına, ilim ve fenne dair birçok telif eser mevcut olduğu gibi, Avrupa’nın karanlık dönemler geçirdiği zamanlarda kaleme alınmış Arapça birçok yazma eser de bulunmaktadır. Avrupa’nın hiçbir tarafında Padişahın Müslüman tebaası kadar iyiliksever bir halk bulunamayacağı gibi, Müslümanların tahsil görmüş olanları kadar nazik ve terbiyeli kişilere Avrupa’da bile tesadüf edilmez.

Osmanlı Devleti’nin silah depolarında bir milyon son sistem tüfek bulunduğu halde Padişah bir milyon adet daha satın alınmasını ve askerlerin bunları kullanabilecek tarzda eğitilmesini emretmiştir. Padişah Topkapı Sarayı’na giderek orada saklı bulunan kutsal emanetleri Müslümanların görüşüne sunmuştur. Sorumluluğu altında bulunan yüz altmış milyon Müslüman’ın, Peygamber hazretlerinin bu kutsal emanetlerini müdafaa için cihada mecbur olurlarsa, o zaman gerçek kişiliklerini ortaya koydukları görülecektir.

Kaynakça

A.W. Terrell, “An Interview with Sultan Abdul Hamid”, The Century Magazine, 1 November 1897.

© 2024 - Marmara Üniversitesi